“Translar olarak gurur duymamız gereken bir direniş tarihine sahibiz. Trans savaşçılar geçmişte köle sahiplerine, feodal derebeylerine ve kapitalist patronlara kafa tuttular. Bugün de trans savaşçılar olarak adil bir toplum için mücadeleye katılıyoruz. Topyekün değişim için mücadelenin bir parçası olan trans hareketimizin taleplerini yükselterek, insanları yaşadığımız baskılar, kazanımlar ve yaratmak istediğimiz toplum hakkında eğitiyoruz. İşçi ve emekçilerin ihtiyaçlarını karşılayan bir ekonomik sistem kuramadıkça hiçbirimiz özgür olamayacağız. Translar olarak hiçbir sınıfın nefret ve önyargıdan beslenmediği, cinsiyetleri, toplumsal cinsiyetleri ve aşkı yasaklayan yasaların olmadığı bir toplum için savaşıp kazanmadıkça özgür olamayacağız. Özgürlüğün şafağında bize yol gösteren mücadelemizin önderliğinde transseksüel savaşçılar geliyor.” Leslie Feinberg, Transgender Warriors: From Joan of Arc to Denis Roman
Bunlar, transseksüel mücadele ve özgürlük tarihini Marksist açıdan ele alan ilk ve tek eserin son cümleleridir. Transseksüeller (veya translar) cinsiyet kimliği, cinsiyet beyanı veya davranışı doğumda onlara atfedilen cinsiyete uymayan kişilerdir.
Translar, işçi sınıfı içerisinde en fazla kenara itilen ve damgalanan gruplardan biridir. Çok büyük oranda evsiz, işsiz olup, sağlık sisteminde ve hapishanelerde ayrımcılığa maruz bırakılırlar. Hekimlerin düşmanca tavırları nedeniyle çoğu trans kendi kendisini tedaviye kalkışır ya da özel muayenehanelere gitmek zorunda kalır. Bunu yapabilmek için bile çoğumuz seks işçiliği yapmak veya işimizi korumak için kim olduğumuzu saklamak zorunda kalırız.
Lezbiyen, Gey, Biseksüel, Trans ve İnterseks (LGBTİ) siyaseti anaakım solda ve sendikal harekette genel olarak kabul görür. Ancak bu tanınma en iyi ihtimalle nazikçe görmezden gelme şeklinde olur. Marksist-Leninist harekette buna daha sık rastlanır, özellikle de translar söz konusu olduğunda. Avrupa’daki kemer sıkma politikalarının siyahları, yerli halkları, kadınları ve engellileri çok daha fazla etkilediği zaten biliniyor. Fakat söz konusu politikaları diyalektik materyalist yöntem ile analiz etmek niyetindeysek, analize LGBTİ’leri, özellikle de transları da dahil etmek temel önemde. Marksist teoride son yıllarda LGBTİ’lere yönelik bu eksikliğin üstesinden gelmek adına özellikle Maocu perspektifi temel alan proleter feminist akımın doğduğunu görüyoruz. Ancak bu çaba çoğunlukla transların, özellikle de siyahi trans kadınların durumunun giderek daha da kötüleştiği ABD’de gözlemleniyor. Bu ne anlama geliyor? Daha önemlisi, Feinberg’in bahsettiği trans savaşçılar nerede?
Farklı biçimler alsa da, dünyanın her yerine yayılmış bir direniş tarihimiz var. Mevcut şartlarda harekete geçmemizi sağlayacak en önemli unsurlardan biri bu mücadele geçmişimize bakmak, onlardan öğrenmek ve başarılardan ilham almak olacaktır. Örneğin, Sylvia Rivera öne çıkan bir trans aktivisti olsa da diğer bir yönü çok daha az bilinmektedir. Riviera’nın ilk eylemi Vietnam Savaşı yasasına karşıdır ve Stonewall Ayaklanması’nı takiben Porto Rico’lu Marksist-Leninist gençlerin Genç Lordlar Partisinde örgütlü mücadeleye katılmıştır. O ve yoldaşı Marsha P. Johnson STAR (Sokak Transseksüel Eylem Devrimcileri) örgütünü kurmuş ve bir eylemde Genç Lordlar’ın yanında flama açmıştır (Gilligan ve Feinberg).
Küresel kuzeyde anti-emperyalist düşüncenin zirvesi, LGBT özgürlük hareketinin yükselişinin yanında, Marksist-Leninistlerin translara gösterdiği dayanışma ve destektir – herhalde bugünün sözde sosyalist ve komünistleri o günleri görseydi, dehşete düşerlerdi! Tabii, o dönemde bundan dehşete kapılan translar da yok değildi. Aktivistler o dönemde LGBTİ’ler arasındaki ABD-merkezci zihniyet ile de mücadele ediliyordu. Ancak bu istisnalar şu gerçeği değiştirmez: trans özgürleşmesi anti-emperyalizm ile başlamıştır ve güven içinde yaşayacağımız bir topluma ulaşmamız için hem içeride hem de dışarıda emperyalist savaşın bitmesi gerekmektedir. Sosyalizm olmadan translar özgürleşemeyeceği gibi, translar özgürleşmeden sosyalizm diye bir şey de olmayacaktır.
Günümüze geldiğimizde, küresel güneyde Filipinler Komünist Partisi translara desteğini açıkladığını ve Yeni Halk Ordusu’nda dileyen herkesin kendi toplumsal cinsiyetini belirleyebileceğini karara bağladığını görmekteyiz (Outrage)
Sosyalist Küba’da cinsiyet geçiş ameliyatları, anayasal olarak güvence altına alınan evrensel sağlık hakkı kapsamında tüm Kübalılar için ücretsizdir. 2012’de Adela Hernández, Villa Clara bölgesindeki Caibarién belediye konseyine seçilmiş, böylece hükümetteki ilk seçilmiş trans olmuştur. Küba’da bu önemli sosyal haklar için mücadele verilmiş ve kazanılmış olmasına karşın, diğer kapitalist ülkelerdeki durum nedir? Türkiye’de translar sadece cinsiyet geçiş ameliyatlarının giderlerini kendileri karşılamakla kalmazlar, ameliyattan sonra iş bulmak veya geçişi resmiyete kavuşturmak bile çok zordur. Aile ve topluluk desteğinin çok düşük olmasından ve translara, özellikle de trans kadınlara yönelik şiddetin ve katliamların sıklığından bahsetmiyoruz bile… Kurucu Meclis seçimlerine aday olarak başvuran Rummie Quintero gibi işçi sınıfından siyah kadınların çabaları ve Bolivarcı Devrim translar için yavaş ancak kararlı bir ilerleme sağlayana kadar Venezuela’da da durum, Türkiye’dekine benzerdi.
2012’de Rummie adaylık prosedüründe toplumsal cinsiyete dair yapılacak düzenlemelere katılmak için Ulusal Seçim Konseyi (CNE) Başkanı Tibisay Lucena tarafından çağırılmıştır. Quintero trans, homoseksüel ve lezbiyenlerin doğrudan istihdamı konusunda CNE’ye bir pilot plan sunma fırsatı yakalamıştır. Bu plan sayesinde Caracas’ın işçi-emekçi mahallelerinde yaşayan genç bir trans olan Angela, cinsiyet kimliğine ve beyanına saygı gösterilen ilk güvenceli işine kavuşma şansına sahip olmuştur (Castrillo ve Quintero).
Latin Amerika ülkelerinin sosyalist hükümetleri, toplumsal cinsiyet baskısının kurbanı olan kadınlara ve translara tavizsiz bir şekilde sosyal haklar ve ekonomik destekler sağlarken, Türkiye’de trans kadınlar kendi cebinden ameliyat olmaya zorlanıp, ardından da seks işçisi olmaya zorlanmaktadırlar! Türkiye’de parlamenter siyaset kadınları marjinalleştirdiği gibi transları da neredeyse tamamen dışlar. Ezilen toplumsal cinsiyetleri savunmak da işçi sınıfı, ve Kürt Halkının özgürlüğü için bu faşist düzen ile savaşan yasadışı örgütlerin görevi haline gelmiştir. Yasadışı komünist partisinin saflarında Rojava’da IŞİD’e karşı savaşırken düşen Ivana Hoffman, LGBTİ mücadelesinin devrimci çizgide geliştirilmesinin enternasyonal bir örneği olmuştur.
Rojava’da, Queer Diriliş ve Kurtuluş Ordusu (TQILA) gayet somut bir biçimde LGBT özgürlüğü için savaşımı DAİŞ’e karşı Kürt ulusal özgürlük savaşı ile yan yana getirmiştir. Suriye, Türkiye ve İngiltere’de revizyonistler, Brejnevci “resmi” komünist partiler muhafazakar siyasi kültürleri içine hapsolmuş bir biçimde LGBTİ haklarını “burjuva kimlik politikası”, Kürt ulusal hareketini de “milliyetçi” olarak görüp yasaklarken, bu iki hareket somut olarak yan yana gelip ortak düşmana, faşizme karşı ortak özgürlük için savaşıyor!
LGBTİ özgürlük mücadelesi özellikle emperyalist ülkelerde, öyle ya da böyle, bir şekilde her zaman komünist bir temele bağlı olmuştur. Ancak translar bu tartışmanın hep dışında bırakılmışlardır. Sosyalist ve komünist hareket içinde işçi sınıfının tarihsel erkeklik ile, çekirdek ailenin “eve ekmek getiren” heteroseksüel erkek sanayi işçisi ile uyuşmayan unsurlarına yönelik düşmanlık beslemekten vazgeçmeyen bir çizgi vardır. İşçi sınıfı ailelerinin bu şekilde resmedilmesi tarih-dışı ve anti-Marksist olmasının yanında, LGBTİ’lerin, özellikle de, neredeyse tümüyle işçi sınıfına mensup olan transların üzerinde derinden olumsuz bir etki bırakmaktadır. Sosyalist ve komünistler tüm saflarına sirayet etmiş bu beyaz, erkek şovenizm ve tecavüz kültürü ile mücadele ediyor olsalar bile, transların bundan zarar görmeye devam etmeleri yine de kaçınılmaz olmaktadır. Birçoğumuz başka şansımız olmadığı için en azından sağlık hizmetlerine erişim ve yasal kabul görme hakkı için trans-dostu burjuva feminist gruplara katılmak zorunda kalıyoruz. Özellikle translar için güvenli alanlar sunulabilen emperyalist ülkelerin Marksist çevreleri içindeki feministler arasında varoluşumuz ise sadece akademik bir “toplumsal cinsiyet eleştirisine” malzeme oluyor, ki bu da maalesef sadece emperyalizmin, kapitalizmin amaçlarına hizmet ediyor. Gerçekte, transfobik olan sözde feministlerin “toplumsal cinsiyet eleştirisine” dayalı argümanları, transları anti-Marksist ve mekanik materyalist analize tâbi tutmaktan başka bir işe yaramıyor. Analizleri, ataerkinin köklerini oluşturan biyolojik özcülüğü yeniden üretiyor ve bu özcülük transların varlığını reddetmek için kullanılıyor. Bu hatalı “analizlerin” hiçbir devrimci hareket içinde yeri olamaz. Burjuva idealizmine ait bu kalıntıları acımasızca yok etmek toplumsal bir görevdir. Transfobi, Marksist analizin hiçbir türü ile uyumlu değildir ve anti-emperyalist, işçi sınıfı mücadelelerinin potansiyellerini yok etmekten başka hiçbir işe yaramaz.
Sonuç olarak, transfobi, sömürgecilerin ve emperyalistlerin işçilere dayattığı ataerkil koşulların sonucundan başka bir şey değildir. Feinberg bunun farkındaydı ve Gosset de onu alıntılayarak bu gerçeği yeniden dile getirmektedir:
Leslie emperyalist girişimlerin ve sömürgeci mantığın queer ve translığı nasıl bir silah gibi kullandığını gösterdi. 2007’de ASWAT konferansında Leslie: “Bugün ABD’den İsrail’e emperyalistlerin kadınların, geylerin ve transseksüellerin deneyimlerini emperyalist savaşın bahanesi olarak nasıl kullandıklarını görüyoruz. Beyazların üstünlüğü ideolojisinin sömürgeci ‘medeniyet götürme’ iddiasının yerini emperyalist ‘demokrasi götürme’ iddiası alıyor” diyor.
Leslie ayrıca toplumsal cinsiyet ve cinselliğin kriminalize edilmesinin sömürgecilik tarihinden ayrılamayacağını da gösterdi: “İngiliz Mandası Filistin’e eşcinsellik karşıtı yasayı getirdi. İsrail işgalciliği de bu mirası devam ettirdi.” Sömürgeci beyaz yerleşimci cinselliğinin ve onun ırkçı ve emperyalist mantığının varsaydığının aksine, Leslie’nin vurguladığı üzere “cinsellik, cinsiyet beyanı ve bedenler emperyalist savaş ve ırkçılığa karşı dişediş bir mücadele verilmeksizin özgürleştirilemez.”
…Leslie’nin sömürgeci yerleşimciliğe eleştirisi böylece daha fazla anlam kazanır. Leslie, Filistinlilerin mücadelesinin tekil olmaktan çok sömürgecilik karşıtı direnişin bugün de küresel ölçekte devam eden geniş tarihinin bir parçası olarak okur: “Filistin kurtuluş hareketi sömürgecilik karşıtı bir harekettir.” Transgender Warriors’da Leslie, sömürgeci yerleşimciliğin zaman ve mekandaki devamlılığını gösterir ve Filistin’in işgali ile ABD sömürgeciliğinin inşasının soykırımcı projesi olan Yerlilerin topraklarının işgalini tarihsel olarak birbiriyle karşılaştırır (Gosset).
Zaman değişiyor. O eski Troçkist sol tarihten nasıl silinip gittiyse burjuva trans reformist hareketin sonu da hızla yaklaşıyor ve işçi sınıfının, özellikle de trans işçi sınıfının özgürleşmesi bir zorunluluk haline geliyor. Marksist-Leninistler’in ezilen toplumsal cinsiyetlere, özellikle de translara yönelik her türden nefrete ve ayrımcılığa karşı en çok bugün birleşmesi gerekiyor. Marksizmi bu alanda geliştiren bir teori üzerinde çalışmak trans işçi sınıfının tamamını özgürleştirecek bir sosyalizm ve komünizm inşa etmek için elzemdir. Emperyalist sistemin kendisini yıkmak için mücadele etmeden, tek başına transların ve ezilen tüm toplumsal cinsiyetlerin özgürlüğü için mücadele etmek bizi başarıya götürmeyecektir.
“Kısacası, komünistler her yerde mevcut toplumsal ve siyasal düzene karşı mücadele eden her devrimci hareketi desteklerler”(Marx ve Engels, 1848).
Komünistler mevcut toplumsal düzene ve onun semptomlarına karşı verilen bütün mücadeleleri başından beri hep bir araya getirmeye çalışmışlardır. Transfobi ve cinsiyetçilikle mücadele de dahil olmak üzere yoksulların ve ezilenlerin mücadelelerini bir araya getirme görevi bugün de Marksist-Leninistlerin önünde durmaktadır. Bu yolda trans kadınlara yönelik şiddete karşı mücadele önemli bir buluşma noktası olmalıdır.
Faşizm, kapitalizmin en yüksek aşaması olan emperyalizmin çocuğudur. Anti-faşist mücadele, tüm ezilen halkların ve kimliklerin, özellikle de kadınlar ve trans kadınların özgürlük mücadelesine aktif katılımı gerektirir. “Dünyanın tüm işçileri ve ezilen halkları – birleşin!” şiarının 21. yy.’daki gereği budur.
Kaynak: Abstrakt Dergi