Kapitalist sistemin dayatmalarıyla esas olarak “nesneleşiyoruz” ve bizim dışımızdakileri de “nesneleştiriyoruz.” Kişisel dünyalarımızın sınırlarına hapsoluyoruz. Uçsuz bucaksız gökyüzüne bakmak yerine kendi penceremizden bakarak gördüklerimizle yetiniyoruz.
Marks “insanın özü toplumsal ilişkilerin bütünüdür” derken, kapitalist sistemin ters yüz etmek istediği bir gerçeği en yalın haliyle ifade etmiştir. Kapitalist topluma baktığımızda insanlar kendilerine, doğaya, çevresine ve bireye yabancıdır. Toplumsal yaşamda ve bilinçte farklılaşmıştır. İki insanın aynı olaya verdiği tepkiler arasında uçuk farklılıklar olabilmektedir. Örneğin, bir ölüm belli bir insan topluluğu açısından büyük kutlamalarla karşılanırken başka bir insan topluluğu açısından büyük yaslara neden olabilmektedir. Kuşkusuz bu durumun, egemenlerin ayrıştırarak-kutuplaştırarak yönetmeyi kolaylaştırma arzusuyla doğrudan ilgisi var. Kutuplaştırılarak birbirinden uzaklaştırılan insan toplulukları ya da bireylerin her biri kendi dünyalarını kurma ve bu dünyanın etrafını aşılması güç sınırlarla çevreleyerek, başkalarının girmesini istemiyor-engellemeye çalışıyor. Kapitalist sistemin dayatmalarıyla esas olarak “nesneleşiyoruz” ve bizim dışımızdakileri de “nesneleştiriyoruz.” Kişisel dünyalarımızın sınırlarına hapsoluyoruz. Uçsuz bucaksız gökyüzüne bakmak yerine kendi penceremizden bakarak gördüklerimizle yetiniyoruz.
Etkilendiğimiz alan ne olursa olsun yine yaşadığımız toplumun bize sunduklarıyla sınırlı olduğumuzu görmezden gelemeyiz. Kapitalist toplumun da başta insanlık olmak üzere, doğada yarattığı tahribat ortadadır. Kapitalizm yaşadığımız toplumu talan ederken, insan kişiliğini ve benliğini de yok etmeye çalışıyor. İnsan, toplumsal özünü yitirerek, özel mülkiyet dünyasına hapsolarak bireyselleşiyor. Olay ve olguları parçalara ayırıyor; bu parçalara odaklanıyor. Parçaya odaklanan birey bütünü göremiyor. Herhangi bir olguyu bütünüyle ele alamayan birey, kendisine en fazla ait olduğunu düşündüğü parçayı alıyor. Faydacı bir bakış açısıyla kendisi için en işe yarar gördüğüne yöneliyor. Dolayısıyla düşünce düzlemini ona göre şekillendiriyor. Parçadan aldığı “verim” büyük bir tatmin duygusu yaratıyor, bütünde bu tatmin duygusunu yakalayamıyor. Çünkü onun “parça”sındaki kavrayış, bütündeki derinliği görmekten uzak bir noktada.
Parça-bütün diyalektiğinin en belirgin özelliği bir olguyu algısal dünyamızın tüm sınırlarını zorlayarak bütün üzerinden ele almaktır. Eğer parçada eksik, yanlış bir şey varsa, uygun müdahalelerle eksik giderilmeye, yanlış düzeltilmeye çalışılır. Ama “parça” da böylesi bir kavrayış yoktur. Birey kendi kolayına gelen, sorunsuz gördüğü parçayı ele alır.
Peki, kolay görülen parça gerçekten bireyin kendi gerçekliğini ifade eder mi? Belli anlarda bu soruya evet diyebiliriz. Ancak genel anlamda bu yaklaşım parçayı tüketeceğinden, bireyin bütünün değerlerini görememesi sonucunu getireceğini yadsıyamayız.
Öznel bakış açısının sınırlarına hapsolmamak için…
Kapitalist sistemin bireyselliği geliştiren kapsamlı ve çok yönlü dayatmalarının sosyal yaşama yansımaları oldukça güçlü. Bu yansımalar bireye, topluma, doğaya yabancılaşmayı derinleştiriyor. Bu dayatmadan etkilenme halinin devrimci çalışmaya da yansımalarının olduğu reddedemeyeceğimiz bir gerçek.
Dünyaya küçük pencerelerden bakmaya ve gördüğüyle yetinmeye yönlendiren sistemin bireylerde yarattığı düşünce düzlemi, devrimci çalışmada yer alanları öznel bakış açısının sınırlarına hapsedebilmektedir. Öznelcilik, bütünü değil parçayı görmektir. Yani küçük bir ağaca odaklanarak ağacın içinde bulunduğu koca ormanı keşfedememek, küçük pencerenin gösterdiği gökyüzüne hapsolarak gökyüzünün sınırsızlığına erişememek demektir.
Devrimci çalışmanın bütünü bu durumun tam tersi iken; bizler o küçük pencerenin önünde daracık gökyüzünün içindeki kaybolabiliyoruz. Bu kaybolma hali bizi kendimize, toplum gerçekliğine, kitlelere, doğaya yabancılaştırabiliyor. Oysa devrimci yaşamın esası idealist düşünce sistemine, subjektivizme karşı verilen mücadelenin sürekliliğine paralel gelişir. Çünkü; kapitalizm, öznelciliği canlı tutmak, geliştirmek için bütün olanaklarını seferber eder, öznelciliğin gelişmesine uygun bir zemin yaratmak için her şeyi yapar. İçinde doğulan aile-toplumdan eğitim alanına, sosyal yaşamdan çalışma alanına, üretim alanlarına kadar bütün kodları insanın bireyselleşmesi üzerine kurulmuştur. Bu gerçeklik içerisinde bireylere de gerçeklikten kopuk, toplumdan uzak, insanı yalnız kılan kodlar işlenmeye çalışılmaktadır. Mevcut sistemin hazır ve ezber bilgileri insanlara enjekte etme yönlü bilgi edinme-verme yaklaşımı insanları bu kodları kabule hazır hale getirmektedir. Bu nedenle insanların bu sistemde edindiği bilgiler nesnel gerçeklikten kopuk, yaşamla bütünleştirilmeyen, soyut dogma olarak kalır.
İşte bu düşünce yöntemi -bilgiyi yaşamla bütünleştiremeyen- bize değil burjuvaziye aittir. Bu düşünüş yöntemi sadece onu çevreleyen koşullarla sınırlanır. Bu düşünce yönteminde dış koşulları görme-değerlendirme ihtiyacı doğmaz. Bu da bireyi kendi sorun ve çelişkileri etrafında dönüp durmaya, kendisinden ötesini görememeye mahkûm eder. Bu durum öznelci düşünce tarzının kaçınılmaz sonucudur.
Öznelciliğin, devrimci çalışma içerisinde sık sık karşı karşıya kaldığımız biçimi ise olaylar karşısında kişisel düşünce ve değerlendirmelerimizi, istek ve taleplerimizi öne çıkarmaktır. Somut gerçeklerden değil, öznel fikirlerden, parçalı ve yanlı araştırmalardan yola çıkarak “ben böyle düşünüyorum” sloganıyla kendini sınırlamaktır. Yaşama ve mücadeleye bütünlüklü bakmamak, kolektifi değil bireyi esas alarak hareket etmektir. Bu türlü yaklaşımlar herhangi bir konuda doğru ve işe yarar sonuçlara ulaşamamayı, somut gerçekleri görememeyi ve bunun sonucunda çelişkileri bulup çözememeyi, yani başarısızlığı getirir.
Bu sorunları soyutluktan arındırarak bizde nasıl yaşandığını ortaya çıkarmaya odaklanmalıyız. Örneğin; salt kendi ezberlerimizle, kitabi bilgi ile olayları incelemeye yönelebiliyoruz. Yaşamdan, toplum gerçekliğinden, kitlelerin güncel dinamizminden koparak hayata ve mücadeleye bakabiliyoruz. Bölük pörçük, sağdan soldan duyduğumuz, adres ve kaynak belirtemediğimiz, biraz ondan biraz bundan olan “bilgi”mize rağmen her şeyi bildiğimizi sanıyoruz. Kolektifin deneyimlerine, birikimine gözlerimizi kapatarak bölük pörçük “bilgi”mize müthiş güven duyabiliyoruz. Mao; “Dünyanın en gülünç insanı, şuradan buradan, kulaktan dolma bilgiler edinip sonra da kendini ‘dünyanın bir numaralı otoritesi’ ilan eden ‘allame’dir; bu da sadece onun kendini bilmediğini gösterir” (Mao, Seçme Eserler Cilt 1, sf:382) demektedir. Mao’nun vurguladığı gibi her şeyi bildiğimizi sanma halinin en tehlikeli sonucu bizi kendimize yabancılaştırma meselesidir.
Enerjimizi kolektife nasıl taşıyabiliriz?
Kendi düşüncelerimiz o kadar belirleyici, dar dünyamız o kadar önemli hale geliyor ki, sadece öneri yapıyoruz. Sonu gelmeyen, süreçle bir ilgisi var mı yok mu, ihtiyaç mı değil mi, bir hedefi var mı yok mu diye düşünme zahmetine pek girmediğimiz, önerilerimiz düşünce dünyamızı o kadar işgal edebilmekte ki, yeni bir şeyler önermekten iş yapmaya yoğunlaşma düzeyimiz düşebilmektedir. Bu da kendi merkezli düşünmenin, tek yönlü bakmanın, sistemli düşünmemenin, bütünü görmemenin yani öznelciliğin bir yansıması olarak yaşanmaktadır.
Başka bir yaşanma biçimi de kendi sorun ve çelişkilerimizin, alanımızın ihtiyaçlarının vb. düşünce dünyamızda hakim hale gelerek bütüne odaklanamama halimiz. Bunun sonucu olarak merkezi yapıyı güçlendirecek bir konumlanışa ulaşmamız güçlenmektedir. Merkezi işlerin önüne kendi alanımızın işlerini ve sorunlarını koyabiliyoruz. “Kendi enerjimi kolektife nasıl taşıyabilirim” diye odaklanmak yerine kendi küçük sorunlarımızın etrafında dolanmaktan başımız döner hale gelebiliyoruz.
Bu kapsamda belki de en büyük açmazımız ve en somut yaşanma biçimi; “yenilenme”, “yeniyi yaratma” nedir diye kendi dışımızdakilere sorma halimiz. Bir gençlik hareketinin parçası olan bireyin bu tartışmaya yaklaşımı güncel anlamda oldukça belirleyici bir yerde durmaktadır. Burada öznelciliğe düşmemek, bir şeyleri yaratma sürecinin önünü açacak temel meseledir. Dar ve sınırlı dünyalarımızın sorunlarına gömülmüşken “yeni” olan bizim dışımızda gelişmeyecek. Bu konuda hazır bir reçete bulma beklentisiyle sorulan soruların bizim sınırlarımız daraltacak, ufkumuzu, kendi misyonumuzu küçültecek bir içeriği barındırdığını göz ardı etmemeliyiz.
Bütünselliği yakalama sancısı
“Nesnel gerçeklik dünyasındaki değişme hareketinin nasıl sonu yoksa, insanın pratik aracılığıyla gerçeği öğrenmesinin de sonu yoktur. Marksizm-Leninizm, gerçeği bilmenin sonuna ulaşmış değildir; tam tersine pratiğin akışı içinde durmadan gerçeğin öğrenilmesine giden yeni yollar açar. Bizim vardığımız sonuç, öznel olanla nesnel olanın, teoriyle pratiğin ve bilme ile yapmanın somut tarihi birliğidir.” (Age sf: 391) Mao burada Marksizm-Leninizm’in hiçbir zaman doğruları özet halinde vermediğini vurgulamaktadır. Yukarıda aktarmaya çalıştığımız gibi kapitalizmin bilgi edinme-verme anlayışına alternatif bir bilgi edinme sürecini tanımlamaktadır. İşte bu da bizim bilgi edinme yöntemimiz olmalıdır.
Nesnel dünyada yaşanan değişimleri kendi öznel dünyalarına uyarlamayan ve bu anlamıyla sürekli bir yeniden üretim içinde olmayan devrimciler, gelişen süreçler karşısında ne yapacağını bilemez. Eylemsizlik, düşünsel tembellik, tutuculuk, liberal ya da sekter yaklaşım kaçınılmaz sonuçlar haline gelir. Bu sonucun yaşanmasının temel nedeni; nesnel sürecin, bakış açısı dar devrimcilerin var olan bilgisinin önüne geçmiş olmasındandır.
Sınıf mücadelesinde yaşanan değişmeler ve gelişmelerin yanında ülke gündeminde ve siyasal-sosyal-ekonomik koşullarda yeni yeni çelişkilerin ortaya çıkışı ve keskinleşmesi, bu türden devrimcilerde sürece yanıt olamamayı doğurmaktadır. Bu ise kendilerinde bir çözümsüzlük yaratmakta; hem kendilerine hem yoldaşlarına hem de kitlelere karşı doğru tutumu geliştirememelerine neden olmaktadır.
Bugün açısından da devrimci öznelerin yaşadığı tıkanmaların bu zeminden beslendiğini söyleyebiliriz. Nesnel dünyayı değiştirirken öznel dünyayı da değiştirme, dünyayı değiştirirken kendini de değiştirme pratiğindeki bütünselliği yakalamak oldukça sancılı olmaktadır. Pratikte devrimci olma ilkesini ve bununla bağıntılı olarak gerçeği yani doğru bilgiyi olgularda arama pratiğini geliştirebildiğimiz oranda öznelcilikten ve yarattığı sorunlardan arınabiliriz. Bir yandan var olan bilgimizle yetinmeyip araştırma inceleme pratiğinde sürekliliği sağlayarak diğer yandan ise kitlelerle, kitle hareketleriyle ilişkilenerek doğru bilgiye ulaşmayı yöntem olarak oturtabilmeliyiz.
Bu yöntemi kullanmayı öğrenemezsek güncel gelişmeleri yorumlamaktan uzaklaşmak devrimci özne açısından kaçınılmaz olur. Bir süreçten başka bir sürece geçişi göremeyiz, hazırlanamayız doğal olarak o sürecin bütün dinamiklerinden kopuk kalırız. Çünkü bizim düşünce ve görüşlerimiz yeni gelişmeleri yakalamaya açık bir düşünce düzleminden beslenmez. Mao bu durumu ve düşünceyi toplumsal pratikten kopuk değerlendirir ve böyle kişiler için “Toplum arabasına yol göstermek üzere önden gidemezler, arabanın çok hızlı gittiğinden yakınarak geride kalırlar ve onu geriye çekmeye yada ters yöne çevirmeye çalışırlar” (Age sf: 390) der.