Ben Cem Azad. Tuncelili iki devlet memuru diye duyduğum ama bir türlü ne iş yaptıklarını anlayamadığım bir ailenin tek çocuğu. Şehrin biraz dışında şirin gecekondulardan oluşan bir mahallede oturan, sabahları servisle bazen de özel şoförüm babamla soluğu okulda “Türküm, doğruyum, çalışkanım…” diye devam eden sözlerle bağıra bağıra, gururla söyleyen ben. Ben 9 yaşındayım ve sizi düşünüyorum. Her gün daha yüksek sesle “Varlığım Türk varlığına armağan olsun” diye boşa söylemiyorum, rahat rahat o sokakları adımlayasınız diye…
Her gün teröre indirdiğim darbenin kimse farkında değildi, çok canım sıkılıyordu. Çevremdeki herkes satılmış çok yazık! Annem babam gidip devletin parasını alıyor bir de utanmadan, sıkılmadan “maaşa neden zam yapmıyorlar?” diye vır vır dedikodu ediyorlardı. Yetmezmiş gibi terörist dayılarım, eniştem, amcam, kuzenim vardı. Ama ben daha fazla olduklarını düşünüyordum, benden korktukları için onların nasıl örgütlendiğini, devletimi nasıl yıkacaklarını bilip, onları etkisiz hale getirmemden korkuyorlardı. Bu yüzden beni görünce sus pus olup kalıyorlardı. Zaten benim sorgulamam onlara karşı bu kadar düşmanlaşmamın nedeni beni görünce susmaları. Onların o sessizliği beni sorgulatmaya itti. Artık beni görünce sessizleşmelerinden keyif alıyordum. Çok eğlenceliydi. Bence hoş, hissetmeliler her gün enselerinde o korkuyu.
Allahtan bir nenem var çok şanslıyım. O Cumhuriyetin gerçek nenesi. Onunla bu satılıklara karşı amansız savaş vermek için ittifak kurmalıydım. Ama nasıl kurmalıydım ki diye düşünürken “buldum” diye sevinip odama koşup teröre karşı kalkınma planımı düşünmeye başladım. Çünkü akşam koalisyon görüşmelerinden odama başarılı dönmeliydim. Doğru zamanın saat 19.00 haberleri süresince olduğu konusunda beynimle mutabakata vardım. Saatin gelmesini bekledim. Saat tam 18.45’te saygın görünebileceğim kıyafetimi giyip saçlarımı düzelttim. Kendinden emin bir edayla odaya girdim. Nenem haberlerin başlamasını bekliyordu. Kendimden emin bir ses tonuyla:
“Siyasi haberler bitince seninle önemli bir şey konuşmam gerekiyor olur mu? “ diye sordum. “ Ne söylüyorsan şimdi söyle” deyince bu yaşlı gudumsuza güven olur mu diye kendi kendime iç muhasebemi yaparken “olmaz uzun ve özel bir mesele, aramızda kalacak sakın annem ve babamı karıştırma” dedim. Ve kapıyı çarptım çıktım. Yaşlı mendeburu alt etmem gerekiyordu. Çok sert cevaplar veriyor bilinmeyen bir dilde arada sırada “Ya Reb” gibi şeyler söylüyordu. Cumhuriyetçi bir kadın olarak yıllarca gözlemiştim. Şimdi bu tavrından dolayı dış mihrakların ajanı olması ihtimali aklıma geliyordu. Yapacak bir şey yoktu. Zaman doldu ve odaya doğru emin adımlarla yürüdüm. Açtım kapıyı nenem bilinmeyen bir dilde yine adeta küfredercesine bağırıyordu. Anladım ki yaşlı mendeburu Deniz Baykal yine kızdırmıştı. Sakinleşmesini bekleyemeyecektim çünkü her an terörist annem ve babam toplantıyı basıp notları etkisiz hale getirebilirdi. “Nene bu teröristler nasıl yenilirler” dedim. “Terörist kim, kim terörist” diye takıldı mendebur. Başımıza filozof kesildi. Daha bilindik yerlerden sormam gerekiyordu. “Sizin köylü Mazlum Doğan diye bir terörist başı vardı ya misal o nasıl öldü? “ diye sordum.
Yine yarı kötü Türkçesiyle yarı bilinmeyen bir dille “ o terörist değildi, devrimciydi kendini zindanda yaktı” diyerek tüm algılarımı kapattı. Nefesim kesildi, gözüm karardı. Yaşlı mendebur masada bana ihanet etmişti. Ama nasıl olur! O Cumhuriyetçi bir neneydi. Atatürkçüydü. Ama o ölen terörist başı Atama sayısız laf söylemiş biri. Nasıl onu savunur duruma geçmiştim. “Tabi ya teröristler onu satın almıştı” diyerek döndüm neneme “Sen nasıl nenesin, o kadar asker polis vuruluyor şehit oluyor sen kendi kendini yakan birine tapacak gibi oluyorsun. Bu ne çelişki?” diyerek politik bir çemkirişte bulundum.
Yaşlı mendebur yarısı bilinmeyen dilde daha önce çokça duyduğum anladığımı zannettiğim yarısı Türkçe olan küfür olduğu kanaatinde olduğum kelimeler kullandı. Masayı devirmeyecektim ihtiyarla, düşman ne verdiyse daha fazlasını verebileceğimi söyleyip satın alacaktım. Bugün bu iş bitecekti. Ve onu sakinleştirip anlatmasını istedim. Dinlemek en büyük silahımdı. “Mazlum kendini, sen güzel günler göresin diye ateşe verdi” demesinin ardından sevinmiştim. “Bak bilmiş işte hata yaptığını, çok üzmüş herkesi, özür dilemek için yani, ondan kendini yakmış. Bizim onu affetmeyeceğimizi biliyor gibi, ölümünün güzel günler göstereceğini demiş”, “Yok oğul, senin annen baban paranın hesabını yapmasın diye sana daha çok oyuncak alsınlar, kitap alsınlar, kimse annen babanı Alevi ve Kürt oldukları için dışlamasın diye herkes istediği gibi yaşasın diye” demesinin ardından benim beyin devreleri sanki son virajda gibi davranıyordu. Nenem, annem, babam akrabalarım neden Türkçe konuşuyorlar? Ben de o bilinmeyen dili bayağı nenem sayesinde anlıyordum. Kafamda bilinmeyen dilin Kürtçe isimli bir şey olduğu oturmuştu. Mendebura döndüm “bu Alevi ne peki?“, “Namaz kılıyorlar oruç tutuyorlar ya biz bunları yapmıyoruz biz Aleviyiz onları yapanlar Sünni” bu kolaydı. Anlaması basitti. Namaz kılana, oruç tutana Sünni bunları yapmayana Alevi denir. Bunu öğrenmem iyi oldu. “Nene” demeye kalmadan dizisini yorumlamaya başlamıştı mendebur cadı. Toplantıyı koşullar nedeniyle bitirmek durumunda kaldık.
Odama geçtim ve düşündüm. Kendi kendimi motive ediyordum. Planlarımı uzun vadede uygulayacak küçük taktiklerle beslemeliydim. Düşmanın tüm hain tuzaklarını mertçe püskürtmem gerekiyordu. Nenemi bir sonraki müzakerede kesin kazanmam gerekiyordu. Ya da başka müttefik yaratmak… Sabah olmuştu. Babam ve annem işe ben okula gidiyordum. Mendebur ihtiyarda evde kalacaktı. Bindik arabaya iki terörist bir onurlu vatandaş aynı yöne doğru aynı arabada gidiyorduk. Annem acaba bugün çalıştığı belediyede taraftar kazanacak mıydı? Babam acaba bugün sendika denen hücreye gidip ne iş çevirecekti? Aklımı yol boyu sorulara veriyor hatta yetmezmiş gibi derste bile hainleri düşünüyordum. Annem babama dönerek “Akşam Metin abim gelecek” demesiyle kan beynime fırladı. Terörist dayım bize geliyormuş çok mutluydum. Hemen planlar yapmalıydım. Onları öyle korkutmalıydım ki şanlı Türk’ün gücünü görsünler dememle babam ve annemin “Azad başarılar oğlum” demeleri ile yolculuk sona ermişti. “Merak etme çok başarılı olacağım. Akşam görüşürüz” diyerek kapıyı çarptım. Sırama geçip andımızı her günkünden daha yüksek sesle okudum. Derslerde, teneffüslerde gülüp eğlenirken akşamın gelmesini diledim durdum.
Planım hazırdı. Onlar gibi davranacak kendimi dışlamayıp içlerine girecektim. Akşam eve gittim. Yalandan derslere baktım. Bir güzel bizimkileri kandırdım. Dayım gelmişti. Sohbetine eşlik ediyordum. Kendimi ezdirmeden ve bir Türk’ün misafirperverliğini gösteriyordum dayıma. Bir boşluk bulup yaşlı mendeburun yanına gittim. Dayımın siyasi davasını sordum. “O devrimcilerin peşindeydi zamanında, İbocuydu. Hapse attılar çok işkence gördü.” Mendeburun bu sözleri beni çok şaşırtmıştı. İbrahim dayımın terörist lideri olduğunu öğrendim. Ve Metin dayımın da onunla birlikte hareket ettiğini… Bu bilgi sayesinde düşmanlarımı alt edebilirdim. Ya bu İbo başka biriyse? Eğer dayım değilse ilk bu iki ihtimali çözümlemeliyim. Ama önce şaşkınlığımı atmam gerekiyordu. Mendebura bir şey demeden yanından çıkarak dayımın yanına gittim. İçimden planlar kuruyordum. Bedenim onların yanında fikrim terörist sülaleyi nasıl yok ederimdeydi. Planlarımı netleştirdim. Uzun bir süre onların içinde onlardan gibi davranacak, uzun vadede onların doküman ve verilerini ele geçirecek, bilgi toplayacak düşmanıma yakın olacaktım. Devletim gibi davranmalıydım. Mendebur ihtiyarı ajanlaştırarak, bir gece ansızın onları devletime teslim ettirecektim. Bunun hayali ile fevri davranmamalıydım. Kafamda kurduklarımı yazılı bir metin haline getirmeliydim.
Hemen masanın başına geçtim. Ve plana bir isim gerekirdi. Çünkü devletimde öyle yapıyordu. Önemliydi. Kuracağım ittifaklarda bu başlık ile gidecek düşmanın öğrenmesini böylelikle engelleyecektim. Başlığı biraz düşünmenin ardından buldum. “T.S.Y.O” “Terörist Sülaleyi Yok etme Operasyonu” evet artık içeriğinde izleyeceğim yol haritasını yazmam gerekiyordu. Biraz uzun sürmesine rağmen bitirdim. Bu evrakın düşmanın eline geçmemesi gerekiyordu. O yüzden bahçede Rodi’nin kulübesinin altına sakladım. En güvenli yer orasıydı. “Kimse bir köpeğin kulübesinin altına bakmayı akıl etmez” diye söylenerek iz bırakmadan eve girdim. Tıpkı teröristlerin yaptığı gibiydi. Düşmanlarım gibi hareket etmeliydim, daha fazla yakınlaşmalıydım.
Sabah aynı araçta iki terörist bir vatandaş aynı yöne doğru yine hareket ettik. Babama akşam Metin dayıma gitmemiz gerektiğini söyledim. “Olur işten gelince gideriz.” demesinin ardından “niye diye” sormaması kafama takılmıştı. Ama o sorar diye içimden vereceğim yanıtı düşündüm.
“Kuzenim Can’ı görmek istiyorum” diyecektim. Ama sormadı. Akşam gider gitmez de sinsice Can aracılığıyla dayımın kitaplarına bakacaktım. Doküman aramalıydım. İbo’nun kim olduğunu öğrenmeliydim. Kafama fena takılmıştı. İbo olan dayım mı? Yoksa başka birimi? Bu düğümü çözmeme az kalmıştı. Okulda da en sevdiğim ders olan beden eğitimi vardı. Ama ben kıyafetlerimi almamıştım. “Azad teröristlerle uğraşsın! Hoca beden eğitimi kıyafetiyle!.” Olacak iş değildi. Kıyafetlerimizi götürmediğimiz için Azrail’in canını almayı unuttuğu Melike öğretmen tarafından sınıfta oturma cezasıyla yargılanıyorduk. Sorumsuzluk yaptığımızı söyleyen “kadavra” bilmiyordu ki nelerle uğraştığımı… Çok üzerinde durmadım. Çünkü haksızdım. Her şeye rağmen “örnek biri olmam gerekirdi” deyip kendi kendime öz eleştiri verdim.
Akşam çıkınca direk dayımlara gittim. Babamların eve gelmesini beklemek canımı sıkar, zor gelirdi. Gidince işbirlikçi yengemle haber gönderdim, merak etmesinler diye. Can’ın kafası çocukluktan beri serserilikteydi. Benden iki yaş büyük olmasından kaynaklı tecrübeliydi. Bana silah alacağını söyledi. Ne yapacağını sormadan “ Bende varım. Ne zaman alıyoruz.” dedim. “Serserilik doğuştan kanımda var” imajını verdim. Kısa konuşup net davranmam gerektiğini bir ders olarak ayna karşısında çalışıyordum. “Para varsa kolay orasını dert etme” deyince “Can’ı yeni müttefikim yapabilirim” şeklinde bir konuşma balonu belirdi. Militan bir serseri gençti. Tarafıma çekersem güçleneceğimi biliyordum. Her düşünen kafa adamın yanında sorgusuz kafa atanda olmalıydı. Günü, saati, yeri belirledik. Telefonumuz olmadığı için sıkıntı edecek bir durum yoktu. Planı netleştirdik. Can, 18 yaşından büyük bir çakal bulacak ve onun adına gidip av malzemeleri satan yerden emanetleri alacağız. Konuşmayı daha fazla uzatmadan dayımın kitaplarına yöneldim. Partizan yazılı dergilerden çokça vardı. Gözüme çarpanları not defterime yazdım. Seri olmalıydım. İşbirlikçi yengem yakalayabilirdi. İbrahim Kaypakkaya’nın “Bütün Eserler” yazılı kitabı dikkatimi çekti. Evde konuşulan, merak ettiğim, İbo olabilirdi. Çok yaklaşmıştım düğümü çözmeye. Dayımın gelmesini beklemeden, yengeme “İbrahim Kaypakkaya kim? dayımın cezaevinde kalması onun yüzünden mi?” dedim. İşbirlikçi yenge, hemen “ Devrimci önderlerden biri, dayının önderi, devlet işkence ederek katletti.” dedi. Papağan gibi ezberlediği o cümleyi duymamla kan beynime yine fırladı. Kendi kendime koyduğum ilkeleri düşündüm. İşbirlikçi yengemin çakmaması gerekti. “Devletim kimseye işkence etmez” diyemedim. “ Yaa! demek öyle, bu İbo bizim İbo dayı değil yani” diyebildim. “Yok. Senin dayın Dersimli. İbo Çorumlu.” İbo’nun memleketinden çok, Dersim kelimesi kafama takıldı. Zaman zaman mendebur ihtiyarında kullandığı bir kelimeydi. Eskiden sorduğumda “Tunceli’nin diğer adı” eskiden resmi olarak anlayamamıştım. Haritada Tunceli yazmasından kaynaklı “eskiyen bir şey, çok önemli değil” diyerek belleğime kaydettim. Can’ın yanına gidip oturdum. Bizimkiler gelince belli bir süre günün değerlendirmesini yaptık. Yine kandırdım.
Okula kıyafetlerimi götürmediğimi söylemedim. Dersler çok iyi her şey çok iyi imajını harikulade bir biçimde çizdim. Bu konulara artık girip dikkat çekmemeliydim. “Nenem evde tek sıkılmıştır. Onunla maç izleyeceğiz. Maç başlamadan gidelim” dedim. Meyve faslının bitmesiyle kalktık. “Bu misafirliğe gitmekte, misafirlerin gelmesi de çok pahalıya patlıyor. Birkaç çeşitten oluşan yemekleri ye, arkasına tatlı varsa tatlı ye! çay iç! yanına bisküviler! Sonrasında kuruyemiş tabağı ve son olarak nihayet meyve. Yuh!” dememle herkes kahkahayı bastı. Dayım çok ilginç gülüyordu. Kısacık boyuyla ayakta durduğunda yere baktığı zaman ayağını göremeyecek olan yusyuvarlak göbeğini zıplatarak gülüyordu. “Kendine gel. Teröristler seni zaaflarıyla kendine çekmek istiyor” diyerek ciddiyetimi korur hale geçtim. Nihayetinde eve varmıştık. İlk iş neneme sarılmak oldu. Çok özlemiştim. Kolay değil, yıllardır terörist annem ve babam işe diyerek evden çıktıklarında hep o bana baktı. Hiç yalnız bırakmadı. Uzunca boyu, irice yapısı, kar gibi saçları bende çok güçlü bir kadın imajı yaratıyordu. Düşmanlarımda ona hürmet ederdi. O yüzden onu müttefik yapmak çok akıllıca olacaktı. Halini hatırını sorduktan sonra maçta favorisini sordum. “Qılfişengin takımı güçlüdür” dedi. Yine bilinmeyen dile geçmişti. Anlamını sordum oda bilmiyordu. “Qılşifeng kim nene?”, “Donaldinyo” dedi. Şivesini çok seviyorum bu kadının “Ronaldinho nene onun adı. Takımın adı da Barcelona” dedim. “Ez nızanım Rono, nono wiy!” dedi.
Akşamları onunla muhabbet etmeyi, zaman geçirmeyi çok seviyordum. Aynı yatakta uyumak çok keyifliydi. Yattık birlikte, maç başlamadan bahse girdik. Maç izlerken onun kızması için elimden geleni yapıyordum. Çok eğleniyordum. Maç sonunda ben kazanınca paramı verdi. “İşte bu! Tabi ya!” diyerek hopladım havaya çünkü: Silah alacak parayı tamamlamak üzereydim. Hemen yataktan fırlayıp odamda ki kumbarayı açtım. Nenemin verdiği parayla bir kuru sıkı alacak parayı tahminimce bulmuştum. Kuru sıkı alıp Can’ın çeteci arkadaşlarına ucunu açtıracaktık. Mendebur ihtiyarla oynadığım kumar kazandırmıştı. Kazanmanın verdiği “edayla” odaya girdim. Yatmalıydım. Okuldan kaçıp Can’la silah alacaktık. İhtiyar mendeburun yanına usulca sokularak uykuya bıraktım kendimi.
Sabah iki terörist, bir vatandaş aynı arabada aynı yöne doğru hareket ettik. Soru sormasınlar, şüphe çekmeyeyim diye arabada yatıyor numarası yaptım. Okula varınca ön kapıdan girip arka kapıdan kimseye görünmeden atlayarak çıkacaktım.
Randevu saatinde Can’la, Ulus- Çankırı caddesinde buluşacaktık. Annem ve babam günümün iyi geçmesi dileklerini ilettiler. Bende onlara günlerinin iyi geçmesi dileklerimi ilettim. Kendimden emin açtım kapıyı, indim arabadan. Okulun bahçesinde sınıf arkadaşlarıma yakalandım. “Hayda nereden çıktı bu mallar. Her şeyi berbat edecekler!” diye söylendim kısık bir ses tonuyla. Hemen hasta numarası yapmam gerekiyordu. Elime tükürdüm. Gözlerimin altına sürdüm. Gözlerimi iyice ovuşturarak şişirdim. Saçlarımı dağıttım. Üstümü kırıştırdım. Halsiz bir biçimde gözlerim kısık yere bakarak yürüdüm. Soranlara “Annem ve babam yeni bıraktı. İşe gitmeleri gerek müdürleri sorun çıkarıyor. Arabada kötüydüm. Onlara sorun çıkmasın diye dayanmaya çalıştım” dedim. Yediler. “Öğretmenler beni görürse tek başıma bırakmaz. Bizimkileri arar, onlara sorun çıkarırlar ben kimseye görünmeden atlıyorum arkadan, eve gidip dinleneceğim. İdare edin. Hasta, haberimiz var deyin” dedim. Yine yediler. Emirlerimi komutamda ki embesillere verdim. Güvenmiyordum. Başka şansım yoktu. Randevu saatine gecikmemeliydim. Sözümde durmalıydım. Sağıma soluma iyice baktım. Ceberut güvenlik İsmail görünmüyordu. Sakin sakin yürüdüm. Spor salonunun arkasına girdim. Demirlere tırmandım. Profesyonel bir hırsız gibi atladım.
Biraz okuldan uzaklaştıktan sonra gelen Ulus dolmuşuna atladım. “Beni Çankırı caddesinde indirir misiniz?”, “Tabi yeğenim. Geç otur şöyle”, “İnsan azmanı! Sanki sen söylemesen ben oturmayacağım bomboş araba zaten” yol boyu vitesle kavga ediyor. Dümdüz yolunda, hatasız giden herkese sayıp sövüyordu bu insan görünümlü canlı. O bas bariton sesiyle böğürdü “Geldik koç. Atla!”, “Sağol dayı!” dedim. Demesem belli olmaz yine böğürebilirdi. İndim. Can’ı konuştuğumuz yerde beklemeye başladım. Konuştuğumuz vakte daha vardı. Kaldırım köşesinde oturdum. Beklerken yan yana olan silah dükkanlarını inceledim. Kısa bir süre sonra Can tam vaktine yakın geldi. Yanında bir izbandut mafya aygırı. Adını söyledi. Çok takmadım. Aygır diyecektim ona kafamda başka isim ona yakıştıramadım. Tokalaşırken güçsüz görmesin, kazık atmasın diye tokalaşırken elini iyice sıktım. Ama benim elimi daha fena sıktığı için, o arkasını dönünce elimi salladım durdum. Çok güçlüydü bu aygır. Planı yaptık. Can ve aygıra parayı verip, ben kapıda onları bekleyecektim. Birkaç dükkandan fiyat alıp, gelip bana sorup alacaklar şeklinde karar kıldık. Kendimi bir lider gibi hissediyordum. Aygıra tetikçilik yaptırabilirdim. Onu “T.S.Y.O” listesine ekledim. Can ve Aygır çok iyi ikili olabilirdi. Mermiye kafa atmaları, iyi ikili olmaları için yeterliydi. Biraz bakındıktan sonra geldiler. Fiyatı söylediler. Kafamı sallayarak onayladım. Gidip getirdiler mücadele arkadaşlarımızı. Emanetler gelince direk kafamın üzerinde sohbet balonu yine beliriverdi. Ankara’nın kültüründen aldığım o cümle yansıdı direk. “Şimdi bittiniz la siz!” Devam edecek…
Ankara’dan bir YDG’li