O gün her şeyin başladığı ve bittiği gün. Yağmurun ve güneşin buluştuğu an’da gökkuşağının utancından çıkmadığı gün. Yıllardır insanlığı sırtında taşıyan toprak ananın kazma sesleriyle inlediği gün. Kuşların uçmadığı, suyun akmadığı, güneşin gülmediği, bulutun ağlamadığı gün. O gün her şeyin başladığı ve bittiği gün.
Hüseyin tek katlı kerpiç evinde, sürekli serili olan döşeğinde uyumaktaydı. Ev tek odalıydı. Köyün tüm evleri gibi geniş ve meyve ağaçları ile dolu bir bahçesi vardı. Evin, sürgü ile kilitlenen mavi bir kapısı ve demir parmaklıklarla korunan küçük bir penceresi vardı. 21 yaşında esmer bir delikanlı olan Hüseyin, anne ve babasını büyük yangında kaybetmiş, yaşamını tarım ve hayvancılık ile sürdüren bir gençti. Her zaman ki gibi eve yorgun ama mutlu gelmişti. Mutluluğunun bir sebebi vardı elbet ama kim bile bilirdi ki bugün son günü olduğunu. Gece saat 3 sularıydı. Dışarıdan, uzaklardan sesler geliyordu ve Hüseyin bu seslere gözlerini açtı. Uyku sersemi olduğundan önce rüya gibi geldi her şey. Kafasını kaldırdı yastıktan, yastık terden ıslanmıştı. Üzerindeki çiçek desenli ince çarşafı yatağının yanına doğru itti. Sesler kesildi. Hava oldukça sıcaktı ve bu durumu sıcağa ve yorgunluğa bağladı. Yataktan çıkıp kapıya doğru ilerledi. Üzerinde boydan aşağı beyaz tül tarzında bir gecelik vardı. Havaların sıcak olması yöre halkına başka giyim şansı bırakmıyordu. Kapıyı açtı. Esmer yüzünü rüzgâr okşadı. Derin bir nefes aldı. Mavi kapı, Hüseyin ve beyaz elbise. Yüzünün güzelliği ile nam salmış olan Hüseyin çıplak ayakları ile bahçeye adımını attı. Çeşmeyi çevirmesi ile buz gibi suyun akması bir oldu. Önce ellerini birleştirdi su ile. Uzun uzun baktı suyun altında ki ellerine. Sonra ateşli dudaklarını dayadı musluğa. Musluktan sıçrayan su elbisesine ve çıplak ayaklarına geliyordu. Kafasını kaldırdı Hüseyin ve o kömür karası gözleri ile baktı gökyüzünde ki yıldızlara. Nereden bilebilirdi bu o çok sevdiği yıldızları artık bir daha göremeyeceğini. Ne güneşi görecekti artık nede yıldızları. Tekrardan içeri girdi Hüseyin. Hafif üşümüştü. Tekrardan yatağa uzandı. Tavana bakarak gülümsüyordu. Yanaklarında ki gamze beliriverdi hemen onun inci dişleri ile birlikte. Her gece olduğu gibi hayallere dalarak uyudu Hüseyin, ta ki saat 4’e gelinceye dek.
Demir parmaklıklı küçük camdan içeriye taşların yağmasıyla irkilerek yataktan kalktı Hüseyin. Önce deprem olduğunu sandı ve hızla cama doğru yaklaştı dışarıya bakmak için. Ellerinde meşaleler ve yüzlerinde uzun sakalları olan cüppeli onlarca adam bağırtılar içinde yaklaşıyorlardı eve. Hüseyin gördüğü manzara karşısında adeta donup kaldı. “Her şey bitti” dedi kendi kendine. Kafasına isabet eden taşla kendine geldi. Yüzünde de sıcak bir sıvının belirtileri vardı artık. Yaklaşan o korkunç kalabalığı engellemeliydi. Hızla mavi kapıya doğru koştu ve kalın sürgüsü ile kapıyı kapattı. Atılan taşlardan korunmak için dolabın yanındaki boşluğa girdi. Sesler giderek yaklaşıyordu. Hüseyin korku ve panik içinde girdiği köşede çaresizce bekliyordu. Kafasındaki kan durmuştu. Çok derin bir yara almamıştı. Ama burnunda keskin bir kan kokusu vardı. Camdan aniden bakan iki korkunç yüz gördü. Bir yandan elleri ile demiri sökmeye çalışan bu korkunç cellatlar, diğer yandan ise Hüseyin’e dışarı çıkması için tehditler yağdırıyorlardı. Kalabalığın bir kısmı kapıya dayandı. Kapı büyük ve sağlamdı. Bu yüzden dışarıdan getirdikleri uzunca kütükle kapıya vurmaya başladılar. Kapının sürgüsü her darbede biraz daha açılıyordu. Hüseyin olduğu yerden fırlayıp odanın diğer tarafında bulunan masayı kapıya dayadı. İçinden onlara yalvarmak geldi ama sonra bu fikrinden vazgeçti. Onların neden buraya geldiğini ve ne istediklerini gayet iyi biliyordu. Kapının açılması uzayınca cellatlardan biri elindeki yanan meşaleyi kırık camdan içeriye attı. Meşale Hüseyin’in yatağının üstüne düştü. Yatağın alev almasıyla odayı duman kapladı. Alev hızla odada ki diğer eşyalara sıçradı. Cellatlar mavi kapının karşısına geçmiş sessizce Hüseyin’in ayaklarına gelmesini bekliyorlardı ki kapı açıldı. Mavi kapı, Hüseyin ve beyaz elbise. Öylece duruyordu cellatların karşısında. Cellatlardan biri hızla çekti Hüseyin’i. Bir başka iki cellat ise hızla ellerinden bağladılar onu getirdikleri kalın halatla. Yabani bir hayvan gibi sürüklemeye başladılar Hüseyin’i. Tek odalı ev alev topuna dönmüştü. Artık saat 5’i geçiyordu ve hava aydınlanmak üzereydi. Güneş doğmak istemiyordu insanlığın üzerine. Hüseyin’i sürükleyerek hakaretler eşliğinde köyün girişindeki eski bir ahıra götürüp direğe bağladılar. Kapı hafif aralıydı ve Hüseyin bulunduğu yerden dışarıyı azda olsa görebiliyordu. Bilekleri kan içindeydi ve sızısını yeni fark ediyordu. Beyaz elbisesi parçalanmış ve vücudu aldığı taş darbeleriyle yara içerisindeydi. Oluğu yere çöktü Hüseyin. Ağlamak istedi ama ağlayamadı. Eski bir ahırda yaralı ve bağlı bir şekilde öylece kaldı.
Aradan kaç saat geçti? Dışarıda neler oluyordu ve bundan sonra kendisini ne bekliyordu? Tüm bu soruları kendine geldiğinde kafasından geçirdi. Vücudu ağrılar içindeydi. Gözlerini kapıya doğru çevirdi. Dışarıdan sesler geliyordu. Birden onu alan cellatların kapının önünden yürüyerek geçtiğini gördü. Aralarında üstü başı yırtık biri daha var. O da Hüseyin yaşlarında esmer bir delikanlıydı. Onu da tıpkı Hüseyin gibi ellerinden bağlamışlar ve darp etmişlerdi. Delikanlı ayakta zor duruyor ve yaralı vücudunu cellatların isteği doğrultuda yönetiyordu. Hüseyin cellatların elinde ki Recep’i görünce bir çığlık kopardı. Çığlığı duyan Recep Hüseyin’e anlamını yitirmiş bakışlarla baktı. Hafifçe gülümsedi ve derin bir nefes alarak yürümeye devam etti. Hüseyin’in çığlıkları tüm köyü inletiyordu. Kurduğu tek bir cümle vardı “önce beni öldürün”. Bağlı olduğu direkte adeta delirmiş gibi çırpınıyordu. İlk defa yalvarıyordu cellatlara; “önce beni öldürün”. Bilekleri kan içinde kalmıştı. Vücudunu kaldırıp yere attı. Sonra tekrardan attı. Sonra tekrardan. Kendi bedenini parçalamak ve yok olmak istiyordu. Dışarıda ki ayak sesleri birden kesildi. Ahırın tam yanında durmuşlardı. Birden toprakta kazma sesi yankılandı. Toprağın dili olsaydı isyan ederdi insanın zulmüne. Boyun eğdi toprak ve her kazma darbesiyle kendinden bir parça verdi tozu dumana katarak. Hüseyin bir umut tekrardan bağırdı. “Önce beni öldürün. Recep seni seviyorum. Ey gökyüzü ey kara toprak duy sesimi. Cellatlar, katiller, sizlerde duyun. Gecenin karanlığı sarsın yaşamınızı, güneş yakıp kavursun ruhunuzu. Recep duyuyorsun beni biliyorum. Ağlama kurban olurum sana. Seviyorum seni. Son sözüm bu”. Hüseyin’in bulunduğu yere cellatlardan biri girdi. Hüseyin kin dolu gözlerle adama baktı. Adamın geliş amacı Hüseyin’i susturmaktı. Elindeki ipi Hüseyin’in boynuna doladı. Ve tüm gücüyle sıkmaya başladı. Hüseyin elleri direğe bağlı olduğundan sadece bacaklarıyla çırpınmaya başladı. Çıplak ayaklarını ileri geri getirip götürdü. Yüzü kızarmıştı. Nefes alamadığı için seviniyordu aslında. Sonra birden ışıklar söndü. Cellat ipi gevşetti. Hüseyin hırlar gibi nefes alıyordu. Ölmemişti. İçeride Hüseyin’in nefesi, dışarıda kazma sesi.
Hüseyin birden buğday tarlalarında buldu kendini. Tarlanın tam ortasında kocaman bir elma ağacı vardı. Köyde her tarlada bir ağaç vardır ve köylüler öğlenin yakıcı sıcağından bu ağaçlar sayesinde kurtulurlar. Recep göründü uzaktan. Her zaman ki saatte ve her zaman ki yerde. Hızlı adımlarla yan yana geldiler. Etrafta kimse yoktu. Boylarına ulaşan buğday saplarının dibine oturdular. Recep parmaklarıyla Hüseyin’in dudaklarına dokundu. Sonra dudaklarını Hüseyin’in dudakları ile birleştirdi. Buz gibi akan çeşmeden kana kana su içer gibi öptüler birbirlerini. Sonra Recep ellerini Hüseyin’in beline dolayarak iyice kendine doğru çekti. Hüseyin’de Recep’i üzerine doğru çekerek sırt üstü tarlaya uzandı. Recep dudaklarını Hüseyin’in boynunda gezdirmeye başladı. Hüseyin ise büyük bir hazla inliyor ve gökyüzünü izliyordu. Üzerlerindeki elbiseleri çıkardılar. İkisi de çıplaktı. Vücutlarının tüm hatlarını birleştirdiler.
Recep kazılan mezarın başında elleri bağlı bir şekilde bekliyordu. Mezar gittikçe derinleşiyordu. Korkuyordu ölmekten, Hüseyin’i tekrar öpememekten, gökyüzüne tekrar bakamamaktan. Cellat önce elinde ki kazmayı attı. Ardından kazdığı mezardan dışarıya çıktı. Recep’i arkasından bir el mezarın ucuna kadar itekledi. Recep yan tarafında ki gölgelere bakarak arkasındaki celladın ne yaptığını görebiliyordu. Gölge bir adım geri çekildi. Belinde ki silahı çıkardı ve Recep’in kafasına dayadı. Recep gözlerini gölgeden kaçırdı. “Hüseyin” dedi içinden. “Seni seviyorum” dedi dudaklarının ucuyla. Büyük bir gürültü. Dallardaki kuşlar havalandı. Recep’in o incecik vücudu düştü kazılan mezara. Toprak almıştı koynuna onu. Recep’in annesi silah sesini duyduktan sonra taş kesmişti. Oğlu günahkârdı. Ağlamamalıydı. Elleri titriyordu. Dudakları anlamsız şeyler mırıldanıyordu. Anaydı o, dayanamadı. Bir ağıt yükseltti dağlara doğru. Sonra sustu ve ölünceye dek ne ağladığını duyan oldu ne de konuştuğunu.
Kurşun sesi ile kendine geldi Hüseyin. Bir an anlam veremedi nerede oluğuna. Bilekleri dayanılmaz bir acı veriyordu. Bağırmak istedi ama sanki cellat hala onun boynundaydı. Kapı açıldı ve içeriye elinde büyük bir kaya parçasıyla 50 yaşlarında bir adam girdi. Adam taşı Hüseyin’in yanına bıraktıktan sonra kapıyı kapatmak için geri döndü. Hüseyin’in yanına gelen adam eliyle Hüseyin’in bacaklarına dokundu. Yavaşça beline doğru götürdü elini. Kapının iyice kapalı olduğundan emin olmak için kalktı yerinden ve kapıyı arkadan sürgüledi. Hüseyin olduğu yerde adeta taş kesmiş duruyordu. Adam tekrardan geldi ve Hüseyin’in üzerindeki yırtılmış elbiseyi tek hamleyle çıkardı. Daha sonra kendi şalvarını indirdi aşağıya. Hüseyin adamın vücuduna dokunduğu sırada kendine geldi. Adam Hüseyin’in çığlık atmasını engellemek için çenesini sıkıca kavradı ve bacakları ile Hüseyin’in bacaklarını açtı. Zaten direnecek gücü olmayan Hüseyin arkasında ki canavara teslim oldu. Adam iğrenç sesler eşliğinde boşaldı. Hüseyin’in gözleri sadece tavana bakıyordu. Artık ne bir ses nede bir hareket vardı. Sadece nefes alıp veriyordu. Adam uçkurunu geri bağladı ve yerdeki kaya parçasını eline aldı. Hüseyin adeta donmuş gibi gözlerini tavana dikmişti. Adam kaya parçasını Hüseyin’in kafasına fırlattı. Duvara kan sıçradı ve tekrar Hüseyin için tüm ışıklar söndü. Adam dışarıya çıktı ve dört cellat içeriye girip Hüseyin’i dışarı çıkardı. Onu Recep’in bulunduğu mezara fırlattılar. Hüseyin ölmemişti. Üzerlerine iki kişi küreklerle toprak atmaya başladı. Hüseyin hırıltılı nefes alıyor ve yüzüne gelen toprağın soğukluğu onu ölümün soğukluğuna itiyordu. Büyük bir çaba ile Recep’in parmak uçlarına dokundu. Gözünden bir damla yaş aktı. Toprak artık onu koynuna almıştı ve o sonsuz uykuya dalmıştı. Cellatlar kazdıkları çukuru doldurduktan sonra çekip gittiler. O gece yağmur yağdı. Gökyüzü ağıtlarla toprağa düştü ve toprak tüm isyanı ile sardı çocuklarını.
Bayburt’tan bir YDG Okuru