Dünya doğanın intikamıyla karşı karşıya. Korona virüsün nereden nasıl çıktığı ile ilgili bir sürü araştırma ve devamında gerçekliği henüz kanıtlanamamış bir sürü haber okuduk. Kimse bu salgının doğayı tahrip etmenin karşılığı olduğunu düşünmek istemedi. El birliği ile işlenmiş suçlarda, suçu bir kısma yıkmak geri kalanı için vicdan muhasebesinden kurtulmak anlamına gelir. Çin ve Çinlilerin yedikleri yiyecekler, Çin’in büyük hayvan katliamlarını gerçekleştirmesi… Nitekim domuz gribi de Çin’de domuzların toplu katliamından sonra ortaya çıkmıştı. Gözden kaçırılan şey şu ki dünyanın geri kalanı vegan ve doğa aşığı değil…Savaşlarda ölümcül silaha dönüştürülerek katledilen kuşlar, sağlık adına üzerinde ilaç deneyi yapılan fareler, insanların su tüketimine ortak olmasından hoşlanılmadığı için katledilen develer, yeni işletmelerin parçası haline getirilen doldurulmuş denizler, bir tek kibritle büyük mağaza ya da otel zincirine dönüştürülen ormanlar, atmosferi ölüm sahasına dönüştüren bombalar, zehirli sanayi atıkları… Tüm bunları örtbas etmek küresel sermaye için de, bu döngünün kültürel ve ekonomik olarak parçası olan insanlar için de çok kolay olacaktı. Ortada evrensel bir yanlış varsa bir çoban kuyuya fısıldayacak, kuyudan su alan tüm köylüler o fısıltıyı dört bir yana yayacaktı. Böylece suçlu hakkında dilden dile konuşulduğundan hemfikir olunacaktı. Yani evrenselleştirilmiş toplum yasaları kendileri için en uygun suçluyu arayıp bulacak ve infaz edecekti. Böylelikle korona virüs için de bir suçlu bulundu.
Bu coğrafya insanı için de toplum yasaları, tanrı kelamı niteliğindedir. Tüm neslini de bu yasalara uygun yetiştirir. Eğer toplumu sarsacak bir olay varsa hemen suçluları bulunur. Yargılanır, ötekileştirilir, tecrit edilir. Korona virüs sebebiyle 65 yaş ve üstü için sokağa çıkma yasağı geldiğinde şahit olduğumuz kepazelik de evrensel yargı sisteminin ufak bir örneğiydi aslında. Burayı açmadan önce doğal afetler ile ilgili toplumun ötekileştirme kozunu nasıl kullandığına dair ufak bir örnek vermek istiyorum. Yakın zamanda yaşanan Elazığ depremi ile ilgili Yıldız Teknik Üniversitesi’nin profesörlerinden Bedri Gencer “küçük yaşta kız çocuklarının evlendirilmesine karşı çıkıldığı için bu felaketler başımıza geliyor” demişti. Eminim şu an Gencer Bey(!) korona virüs salgını için bundan daha fazlasını düşünüyordur. “Kız çocuklarının okulda ne işi var! Sokaklarda kadın mıdır erkek midir ne olduğunu bilmediğimiz ahlaksızlar yürüyüş düzenliyorlar, başımıza taş yağacak!” Ah o taşlardan birisi de sana gelse keşke…
Neyse, devletin korona virüse karşı önlem diye koyduğu sınırlama, 65 yaş ve üstünün suçlu ilan edilmesine sebep oldu. Gençlerin acımasızlığına şahit olduk. Bu acımasızlığın kökünde ötekileştirme vardı. Bir bütün toplumun onları yetiştirirken hamurlarına kattıkları ötekileştirme apaçık ortaya çıktı. Bir kesim gençlerin terbiyeden yoksun olduğundan, feryat figan yakınırken bir kesim de yaşlıların inatla evde durmak istememelerini ayıpladı. Herkes kendi suçlusunu ilan etmiş oldu.
Bizim gibi ülkelerde insanlar emekli olduktan sonra dahi çalışmak zorundalar. Çalışmak bu coğrafyada bir nevi sosyal aktivite haline gelmiş durumda. Vücudunuz artık isyan etse de yüzünüzde güller aça aça işe gitmeyi tercih edersiniz! Çalışma hayatınız bittikten sonra da ölüm ve yalnızlıkla aranızdaki mesafe azalmış oluyor. Son günlerinizi çalışırken hayal ettiğiniz gezmelerle tozmalarla geçirmek istiyorsunuz. Tabi burada diğer Avrupa ülkelerinin emeklilerinden bildiğimiz dünya turlarından bahsetmiyorum. Parklarda gezmek olsun, inşaat izlemek olsun, evden en uzak fırından ekmek almaya gitmek olsun, bu aktiviteleri yaparken hiç tanımadığın akranlarınla sohbet etmek olsun; bunların birer yalnızlığı öteleme aracı. Zaten çocuklar, torunlar işten güçten, okuldan sınavlardan başını kaldırıp da ayda bir ziyarete ancak gelebiliyorlar. Şimdi biri çıkıp diyor ki parka gitme, ekmek almaya çıkma, yan taraftaki inşaatı izlemeye kapının önüne bile çıkma… Çocukların, torunların yanına yaklaşmasın…Yani en çok korktukları yalnızlık ve ölüm korkusu ile dört duvar arasına sıkışmış oluyorlar. Evinin ihtiyaçlarını karşılayacak yakınları olmayanlar içinse daha korkunç. Bu zamana kadar her işini kendisi halletmiş birisi için devlet yetkililerinin sunduğu kısmi çözüme (kolluk kuvvetlerinin 65 yaş ve üstünün taleplerini, ihtiyaçlarını karşılamak vs.) başvurmak kolay olmayacaktır. Bu durumda maddi-manevi ihtiyaçlarını karşılamak için inatla dışarı çıkan dayılarımızı, teyzelerimizi dışarda virüsten daha tehlikeli bir “düşman” bekliyordu; ötekileştirmede çığır açan gençlerimiz, çocuklarımız… Polis anonsuyla dışarıdaki teyzeleri korkutanlar mı dersin; babasını, dedesini eve kilitleyip camdan dışarıya sarkmalarını kıkırdayarak videoya çekenler mi… Ah bizim insanlıktan nasibini almamış acımasız gençlerimiz… Peki şimdi bizim hikayemizin suçlusu bu gençler mi?
Kim öğretecekti ki onlara insanlığı? Onları büyütürken kendisi gibi gözükmeyen herkesi ötekileştirme yetkisi veren büyüklerimiz mi? Bunu sistemleştirmekle övünen ve en önce okul sıralarında ötekileştirmenin kitabını okutan devletin hiç mi suçu yok? Bu durumun örneklerini bulmak çok da zor değil. İlla ki hayat bilgisi kitaplarına bakmak gerekmiyor. Herhangi bir matematik probleminde bile bunu okuruz. Kız öğrenciler saatte x hızda koşarken “erkek” öğrenciler 5x hızda koştuklarına göre yarışmanın galibi hangi takımdır? Zaten böyle bir problem içerisinde bir cinsiyet yönelimi aramak yersiz olur. Topluma baş eğdiren tanrı kelamı kurallarının ilki dünyada yalnızca iki cinsiyetin olduğudur. Hayata dair ne varsa heteroseksizmin bir aracı haline getirir.
Daha doğmadan kız için pembe, oğlan için mavi yastık yapılırken şimdilerde tüm renkler ötekinin rengine dönüştürüldü. Sistem için gök kuşağı ahlaksızlığın sembolü haline geldi. Gençlere, çocuklara kalan griler oldu. Ötekileştirmenin, türcülüğün, ayrımcılığın rengi de ancak gri olabilirdi. Bu kavramların kurallarını yazanların takım elbiseleri gibi… O kadar gri ki gözleri, doğanın gözyaşı rengini görmedikleri gibi intikamından döktüğü kanın kırmızısını da görmediler. Doğa kapımızı ölümle çalarken bile kendileri lehine toplum içinde toplum, sınıf içinde sınıf yaratmaktan geri durmadılar. Bu sistemde insan canının bir kıymeti harbiyesi yoktur. Etinden sütünden faydalanamadığını kör kuyuya atar. Hele ki birisi de çıkıp bu sömürüye dil uzatıyorsa vay haline! Üzerine kızgın yağ döker. Bir erkekten kendi istediği biçimde toplumun ahlak bekçisi olarak yararlanamıyorsa o erkekliğe leke sürmüş demektir. Ne demek gay! Ne demek trans-kadın! Bir kadından emek gücüne katkı sağlaması adına üreme makinesi olması beklendiği halde o kadın üremek yerine aşkı tercih ediyorsa şeytanın ta kendisidir. Ne demek lezbiyen! Ne demek trans-erkek! Bir de ne olduğunu bilmedikleri var. Hiçbir şeyinden yararlanılmaz, ancak zarar ziyan! Boşa harcanmış sperm ve yumurtadan ibarettir! Queer de ne demekmiş öyle… Hastalık yayar bunlar… Zaten bu salgınlar, afetler hep bunların başının altından çıkar…
Ötekinin devlet nezdinde adı faydasızdır. Faydasızsan ölmelisin. Ayak bağısın. “Devletin malına” gereksiz ortaksın! Bu durumda aslında korona virüs devletlerin işine gelmiş oldu. Tüm ayak bağlarını saf dışı bırakmak için kaçırılmayacak bir fırsat! Yaşlılar ne işe yarıyor ki. Artık köle olarak kullanmak imkansız. LGBTİ+ lar külliyen zarar! Tek faydaları televizyon dizilerinde en komik sahneleri kimlikleriyle göğüsleyebilmeleri…Sırf salgın var diye işe gitmek istemeyen işçi de henüz kıvama gelmemiş demektir. Eh onları da biraz açlıkla terbiye etmek gerekir! Bireyden sahiplenilmiş evcil hayvanlara dönüştürülmek… Bazen acımasızca kırbaçlanmak… bazen eğlenmek adına kızgın kumlarda yürütülmek… bazen ateş altına gönderilmek… bazen de yük taşıyamayacak hale geldiğimizde hakarete, küfre maruz kalmak… Sahiplenilemeyeceklere kötü bir son hazırlanır… Hepimiz de iyi biliriz ki o kötü son bir şekilde tecrit edilip öldürülmeyle biter.
Öteki hallerimiz birbirine ne çok benziyor! Yedi rengin kaç milyonuncu tonu olmakla suçlanırız önce? Savaşlar, salgınlar, afetler bizimle başlar. Bizim ölümümüzle biter. Sizce 65 yaş ve üstüne işkence eden gençlerle gökkuşağı çizmeyi lanetleyen milli eğitim arasında bir fark var mı? “Yaşlıların yüzünden hepimiz salgına yakalanacağız lanet olsun dostum!”, “Bu ne idüğü belirsizlerin gökkuşağı sembolleri çizilmeye devam ederse bu salgın hepimizi yakar!” Ve sonunda tecrit başlar; yaşlılar dört duvara hapsedilir. LGBTİ+ ların tarihten bugüne yaşadıkları toplumsal tecrit şimdi yaşlıların kapısına dayandı. LGBTİ+ lar azraille birlikte yürüme pahasına yaşamın her alanında var olma savaşı yürütüyorlar. Yaşlılarımız da evdeki azrail yerine sokaktaki azraili tercih ediyorlar. Ve sonuç sistematik işkence!
Baştan sona kadar her şey birbirine o kadar bağlı ki bu salgın bazılarımızın sorgulama yeteneğini kuvvetlendirirken bazılarımızın devlet aklını daha fazla ortaya çıkarmasına sebep oldu. Bu akla, cehaletin ürünü demek, başka bir cehalettir. Sistemin aklından sıyrılabilenlerle sıyrılamayanların birbirini ötekileştirmesine sebep olur. Sonuçta kazanan yine ağababalar olur. Bu aklı yıkabilenlerin yıkamayanları düşmanlaştırmak yerine gerçek düşmanın aklına çomak sokmasından başka çare yoktur. Biz bir çoban gibi kuyuya fısıldayarak değil, insanlıktan nasibini almışlar olarak gerçekliğin bilincini gün yüzüne çıkararak ötekileştirmenin karşısında durabiliriz. 65 yaş ve üstü ile gençlerin arasında yaşanan rezalet için iki bilenenden birini suçlamak, bilinmeyen denklemindeki X’i unutmak anlamına gelir ve bu bizi çözümsüzlüğe iter. Aynen korona virüsün çıkış noktasına dair milyonlarca suç ve suçlu uydurulması gibi. Tek ve evrensel olan suçun doğaya yabancılaşmamızı görmezden gelerek doğayı öteki ilan edip doğaya işkence etmemiz olduğunu görmemek gibi…
Yazı; Yeni Demokrat Gençlik dergimizin 15. sayısında yayımlanmıştır.