İnsan türü ilk var olduğu günden beri ilk önceliklerinden biri barınacak bir alan bulmaktır. Bu barınma alanı ilk dönemlerde ağaç kovukları, çukurlar doğada hazır bulunan alanlar olmuştur. Avcı-toplayıcı dönemde bu alanlar doğada yine hazır bulunan mağara vb. oluşumlar olarak devam etmiştir. İlk dönemlerde barınma alanları çoğunlukla doğaya ve tehlikelere karşı korunma amaçlarını yerine getirmişti.
İlkel komünal yaşamdan, yerleşik yaşama geçişle beraber barınacak alanlarda değişiklikler ortaya çıkmıştır. İlkel komünal yaşamda doğada hazır bulunan alanlar kullanılırken, yerleşik yaşama geçiş insanların kendi eli ile inşa ettiği barınma alanlarını şart koşmuştur. Bu inşa edilen barınma alanlarının bulunduğu coğrafyaya uygun biçimde inşa edilmesi söz konusudur. Barınma alanları bazı yerlerde kilden, ağaçtan inşa edilirken, bazı yerlerde taşlardan inşa edilmiştir. Bu inşa edilen ev veya konutlar genellikle su havzalarında ve tarıma elverişli havzalarda olmuştur. Yani üretim ilişkilerinin ilkel komünal yaşama göre değişmesi ve çeşitlenmesiyle beraber insan artık göçebe bir şekilde değil bir yere bağlı bir şekilde yaşamaya başlamıştır. Konut veya evlerin aynı alanlarda inşa edilmesiyle beraber kentler ortaya çıkmıştır. Yukarıda anlatılanlardan kimse, herkesin ev, konut inşa etme veya aynı konfor alanını sağlayacak yapıları inşa etme gerçekliğinin olduğunu çıkarmasın.
Geçmişte yapılan kazılar Ziggurat denilen büyük tapınak ve yapay höyüklerin hakim olduğu şehirleri ortaya çıkarmıştı. Şehirde, ikametgâh ve sanayiye ayrılmış bölgeleri 5km2’lik alanı kaplıyordu. Tapınaklar ve şehri çevreleyen kırsal alandaki araziler tanrılara aitti. Lagaş bölgesi 20 ilah arasında paylaşılmıştı. Tanrıça Bo’nun 44km2 toprağı vardı. Bo’nun yokluğunda mülkü onun adına tapınak rahipleri işliyor. Bo halkının çoğu 0,32-1 hektar toprağı işliyordu. Ama önde gelen bir tapınak yetkilisinin 14,4 hektar arazisi olduğu biliniyor (Neil Faulkner, Marksist Dünya Tarihi, sf:40).
Yukarıda Sümer şehir devletlerinden olan Lagaş şehir devletinin mülkiyet ve şehir yapısından bahsedilmektedir. Görüldüğü gibi mülkiyet yani toprak mülkiyeti arasındaki dağılım eşitsizliği sınıflı bir toplumun varlığını göstermektedir. Aynı şekilde köle, yani hizmetçi sınıfının bu dönemde mevcut olduğu yapılan çalışmalarda tespit edilmiştir. Sınıflı bir toplumda, üretim araçlarının belli bir zümrenin tekelinde olması aynı şekilde barınma alanlarına da yansıması söz konusudur. Barınma alanı, konuta sahip olma durumu veya barınma alanının yeterliliği ile mülkiyet ilişkileri paralellik göstermektedir.
Üretim ilişkileri ve mülkiyet ilişkileri kısmi değişimler geçirse de Sümerlerden, Roma devletine kadar devam etmiştir. Barınma ve konut sorunu da aynı şekilde paralellik göstermiştir. Feodal üretim ilişkilerinin var olmaya başlamasıyla beraber barınma alanları ve konut alanlarında değişimlere neden olmuştur. Feodal toplum yapısında esas ekonomi en üste feodal derebeyleri, en altta ise geçimlik çiftçiler olarak kıt kanaat geçinen yoksul ve orta köylüler üzerine kuruluydu. Bir de kapitalizmin doğuşundan hemen önce orta halliler sınıfı yani küçük esnaf, zengin köylü ve tüccarlar vardı. Burada üretim ilişkilerinde ve mülk edinme arasındaki eşitsizlik, barınma ve konuta sahip olma veya konutun yeterliği konusunda kendini göstermektedir.
Yukarıda bahsettiğimiz orta halliler sınıfının öncülüğünde kapitalizmin ilk üretim alanlarının örneği olan ev içi sanayi üretim tipiyle beraber konutun ve barınma alanın misyonu da değişmiştir. Konuta daha fazla önem verilmeye başlanmıştır.
“Bugünlerde basında öylesine büyük bir rol oynayan [sözde, ÖG] konut darlığı, işçi sınıfının genellikle kötü, aşırı kalabalık ve sağlığa aykırı konutlarda yaşamalarını içermemektedir. … Konut darlığı ile kastedilen nüfusun ani bir şekilde kentlere akışı sonucu işçilerin kötü konut koşullarının kendine özgü bir şekilde yoğunlaşmasıdır.” (Engels, 1992, s.20)
Kapitalist üretim ilişkilerinin gelişmesi ve yaygınlaşmasıyla beraber kırdan kente göçler başlamıştır. Milyonlarca insan zorla mülksüzleştirilmiş ve üretim yaptığı toprağından kopartılmıştır. Böylelikle konut sorunu veya barınma sorunu sanayi kentlerinde göze çarpmaya başlamıştır.
“Rasyonel kullanımı varsayımıyla, büyük kentlerde, herhangi bir gerçek ‘konut darlığını anında giderecek mesken için yeterli bina zaten vardır. Konut darlığını varlıklı sınıflara ait lüks meskenlerin bir kısmını istimlak ederek geri kalanına zorunlu yerleştirme yaparak anında düzeltilebileceğini görmüştük.” (Engels, 1992, s.54)
Kapitalizm hiçbir zaman gerçeği göstermez. Sorunlar vardır ve o sorunları her zaman çözmeye çalışır gibi görünür. Ama işin özünde çözmek gibi bir derdi yoktur. Bu konut sorunu için de geçerlidir. Burjuva sınıfı yüzlerce mülke veya konuta sahip iken işçi ve emekçi kesimler barınabilecek alan bulamamaktadır. Sorunun çözümü Engels’in gösterdiği gibi basit ve nettir. Aslında bir konut veya barınma sorunu yoktur, Kapitalizm vardır. Kapitalist üretim biçimleri ortaya çıktığından beri sorunları çözmek için değil o sorunlardan sermayeye alan yaratmak için vardır. Konut veya barınma sorunu da bunlardan biridir. Var olduğu günden beri konut sorununa dair çözümler veya modeller geliştirilmiştir ama bu modeller ve çözümler proletarya sınıfının değil tamamen burjuva sınıfının çıkarları doğrultusunda olmuştur. Kapitalist üretim ilişkileri içerisinde konut sorununu çözmek mümkün değildir.
“Konut sorununun çözümü ile aynı zamanda toplumsal sorunun çözümü değil, ama toplumsal sorunun çözümü ile, yani kapitalist üretim biçiminin ortadan kaldırılması ile ancak konut sorununun çözümü mümkün olmaktadır (…) konut sorununun, ya da işçilerin yazgısını etkileyen herhangi bir başka toplumsal sorunun tek başına çözümleneceğini ummak budalalıktır.” (Engels, 1992, s.54, s.74)
Çözüm Engels’in söylediği kadar nettir, sistem içi çözümler aramak veya taleplerde bulunmanın gerçekliği yoktur. Yüzyıllar boyunca konut ve barınma sorununa dair çalışmalar yapılmıştır. Bu çalışmalar dönemin ekonomi politikalarına, işçilerin örgütlü politik durumuna ve sermayenin politikalarına göre değişmiştir.
“Aslında, burjuvazinin, konut sorununu kendi modeliyle çözmek (yani sorunu sürekli olarak yeniden ortaya çıkaracak bir şekilde çözmek) için yalnızca bir yöntemi vardır. Bu yönteme Haussmann denilmektedir. Haussmann deyimiyle Parisli Haussmann’ın özellikle Bonapartçı üslubunu kastetmiyorum (üst üste inşa edilmiş işçi mahallelerinin tam ortasında, uzun, düz ve geniş yollar açmakta, onların her iki yanına büyük lüks binalar sıralamaktaki amaç, barikat savaşını stratejik olarak güçleştirme amacının yanı sıra hükümete bağımlı, özellikle Bonapartçı bir inşaat kesimi proletaryası yaratmak ve kenti tam anlamıyla lüks kent haline getirmektir). “Haussmann” derken ben, büyük kentlerimizden ve özellikle merkezi konumlu olanlarda, bu uygulama, ister kamu sağlığı ve güzelleştirme kaygıları, ister büyük merkezi konumlu iş yeri isteği, ya da ister demiryolları, sokakları vb. yapımı gibi trafik gereksinmeleri nedeniyle ortaya çıkmasından bağımsız olarak, şimdi genelleşmiş olan işçi sınıfı mahallelerinde gedikler açılması uygulanmasını kastediyorum. Nedenler ne kadar farklı olursa olsun, sonuçlar her zaman her yerde aynıdır. Bu büyük başarıdan dolayı burjuvazinin her fırsatta kendini yüceltmesine eşlik eder biçimde en rezil sokaklar ve dar yollar ortadan kalkar, ama hızla başka bir yerde, çoğunlukla en yakın mahallede ortaya çıkarlar.” (Engels,1992 s.79)
Engels’in yüzyıllar öncesinde söylediği gerçeklikler bugün de yüzümüze çarpmakta. Geçtiğimiz yıllarda Fransa da ortaya çıkan Sarı Yelekliler Direnişi’nin altında yatan nedenlerden biri 1940’lı yıllardaki Ford üretim biçimine uygun inşa edilen işçi konutlarıdır. Ford üretim biçiminin konut politikasına yansımasıyla beraber sadece konut tüketimi değil diğer farklı alanlarda da tüketim içeren işçi kentleri ortaya çıkartıldı. Bu işçi kentlerinde temel giderlerin başında ulaşım gideri vardır. Akaryakıta gelen zamla beraber zamdan en çok etkilenen kesim her zamanki gibi işçi sınıfı olmuştur. Fransa’daki durum sadece emek hırsızlığı üzerinden değil verilen düşük ücretin de konut politikalarıyla gasp edilmesi pratiğiyle ortaya çıkmıştır.
Yine Türkiye Kürdistanı’nda yaşanan direnişlerde Kürt kentlerinin yeniden inşası da Engels’in verdiği Paris örneğiyle aynıdır. Amed’in Sur ilçesinde direnişi yok edebilmek ve ortaya tekrar bir direniş çıkmasını önlemek için devlet, eski kenti komple yok etmiştir. Çünkü eski kent dar sokaklara sahiptir yani barikat kurulumuna uygundur. TC devletinin direnişi bu nedenlerden dolayı kıramaması kentin top yekun yok edilmesi olarak sonuçlanmıştır. Şu an Sur, TC tarafından inşa edilirken sokak direnişlerinin daha zor örgütlenebileceği bir şekilde inşa edilmeye çalışılıyor.
Mülkiyet Bağlamında TC: Konut ve Barınma Sorunu
Konut ve barınma sorunu her zaman var olagelmiştir. Üretim ilişkilerinin ve mülkiyet ilişkilerinin değişmesiyle beraber konut ve barınma sorunu da farklı nitelikler kazanmıştır. Konut sorunu TC’nin ilk dönemlerinde önemsenen veya çözülmesi için sistemin çıkarı doğrultusunda dahi adım atılan bir alan değildir. Kırdan kente göç eden insanların, kentlerde gecekondu mahalleleri yaratmasına göz yumulmuştur çünkü konut TC sermayedarları için ilk dönemlerde önem arz etmemektedir. İlk gecekondu yapılanmaları kuruluş dönemlerinde Ankara ve İstanbul gibi kentlerde ortaya çıkmıştır. Bunları ilk dalga olarak nitelendirirsek ikinci dalga, İkinci Emperyalist Paylaşım Savaşı sonrası artan nüfus ve tarımda makineleşmeyle beraber ortaya çıkmıştır. Üçüncü dalga 60 ve 70’li yıllarda tarımda makineleşmenin hızla artmasından dolayı ortaya çıkmıştır. İlk iki dönemde gecekondu mahalleleri görmezden gelinmiş insanlar insani olmayan koşullarda yaşamaya ve çalışmaya mecbur bırakılmıştır. 60’lı yıllarda dünyada gelişen devrimci hareket nedeniyle Türkiye’de öğrenci ve işçilerin politikleşmesi ortaya çıkmıştır. Bu politik alanları daha çok işçi ve emekçinin yaşadığı gecekondu mahalleleri oluşturmuştur. Bu alanların sınıf kimliği perspektifi ile politikleşmesi ile devletin gecekondu mahallelerine müdahalesi ortaya çıkmış ve bu alanlara milliyetçi-ırkçı mafyalar kaydırıp rant alanları oluşturarak politik durumu kırmak ve politik alanları sindirmek üzerine bir pratik geliştirilmiştir.
“Büyük kentler, işçi hareketinin doğum yerleridir; işçiler kendi koşulları üzerinde düşünmeye ve o koşullara karşı savaşım vermeye ilkin oralarda başlamışlardır; proletarya ile burjuvazi arasındaki karşıtlık ilkin kendini büyük kentlerde ortaya koymuştur. … Büyük kentler ve onların kamusal zeka üzerindeki zorlayıcı etkisi olmasaydı, işçi sınıfı şimdi olduğundan çok daha az ilerlerdi” (Engels, 1992, s.183)
Emeğinden başka kaybedecek bir şeye sahip olmayanlar direngendir. 70’li yıllarda Türkiye’de devletin düşük iş gücü kullanımı dışında göz ardı ettiği emekçiler 70’li yılları direniş yılları haline getirdi. Konut ve barınma alanlarından tutalım da bulundukları her alanı sınıf bilinciyle politikleştirdiler. Bunun en net örnekleri 1 Mayıs Mahallesi ve benzeri örneklerdir. Barınma sorununu kendi sınıf gücüyle çözme bilinci ne yazık ki toplumsallaşamamış ve belli örneklerle sınırlı kalmıştır.
Dünyada teknolojik gelişmelerle beraber konutun daha hızlı ve daha ucuza mal edilmesi, birden çok sermayedar grubunu bir arada bulundurması ile konutun meta olarak değeri artmıştır. TC’de 1980 askeri faşist darbesiyle beraber neo-liberal ekonomi politikalarının benimsenmesi ve uygulanmasıyla birlikte konut ve barınma sorunu da farklı noktalara kaymıştır. Tamamen konut üretimine dayalı sermaye sınıfı büyümüş ve önem kazanmıştır. Konut üretiminin artması ama konut mülkiyetinin dağılımındaki eşitsizlik fahiş kira ve konut fiyatlarını ortaya çıkarmıştır. Daha doğru bir ifadeyle, halkın emeğinin karşılığını alma oranı o kadar düşmüştür ki, emekçiler konut fiyatlarını düne göre çok daha az karşılayabilir ya da hiç karşılayamaz olmuştur.
90’lı yılların birçok anlamda konut ve barınma sorununda 80’li yıllara paralellik göstermesiyle birlikte sorun derinleşerek devam etmiştir. 90’lı yıllarda TC’nin inkar, asimilasyon, yok etme politikalarının Kürtler üzerinde artması ve Kürt köylerinin zorla boşaltılması ve yok edilmesi ile beraber yüzbinlerce Kürt yaşadığı toprakları bırakarak başka kentlere göç etmek zorunda kalmıştır. Her zamanki gibi göçe ve düşük iş gücüne mecbur bırakılan Kürtler, mülksüzler olarak kentlerde yerini almıştır. Kürtlerin kentlerde akrabalık ya da hemşericilik üzerine mahalleler kurması kendi ulusal bilincini korumaya dönük doğal konut ve barınma alanları yaratmıştır. Yani gecekondu mahallelerini.
2000’li yıllarda AKP’nin iktidara gelmesiyle beraber inşaat sektörüne yönelim hızlanmıştır. TC gibi yarı sömürge ülkelerin ekonomik olarak birçok üretim alanını besleyen sektörlere yönelmesi söz konusudur. Bu sektörlerin başında inşaat sektörü gelmektedir. İnşaat sektörü hem içerisinde birden fazla iş sektörünü barındırması hem de konut ve barınma alanlarına ihtiyacının sürekli olması ve AKP’ye yakın sermayedarların inşaat alanında var olması AKP’nin bu sektörü tercih etmesinin ana etkenleridir.
“Bu yolla işçilerden bu meskenlere sahip olmak için bile ağır ipotek borçları altına girmeleri gerekmekte, böylece işverenlerin açıkça kölesi haline gelmektedirler. Evlerine bağlıdırlar, uzaklaşmazlar, kendilerine sunulan çalışma koşullarına ne olursa olsun katlanmak zorundadırlar.” (Engels 1992, s.36)
TC, inşaat sektörüyle beraber kendi sermayedarlarını beslemektedir. AKP döneminde geliştirilen inşaat politikaları, TOKİ iş birliği ile birçok iş kolunda bulunan sermayedarları beslemekte, kira ile ev sahibi yapma politikasıyla beraber işçi sınıfını sözde mülk sahibi yaparak patrona daha fazla köleleştirmektir. Son yıllarda TOKİ bile AKP için yetersiz kalmış, TOKİ’nin yanında Yap-İşlet-Devret modelini de kullanmaya başlamıştır. Yap-İşlet-Devret modeliyle beraber inşaat sektörü üzerinden kendi sermaye gruplarını beslemeye devam ederek AKP, varlığını sürdürmeye çalışıyor.
Tüm bunlar konutun ve kentin metalaşmasıyla beraber işçi ve emekçi kesimin barınabilecek nitelikli konutlara veya barınma alanlarına sahip olmasının önündeki engeldir.
BARINAMAYANLAR: Bir mülkiyet kavgası
Pandemiden kaynaklı iki yıldan fazladır üniversitelerin kapalı kalması ve geçtiğimiz dönemde ‘önlemlerin’ kaldırılması sonucu açılmasıyla beraber öğrenciler okudukları kentlere döndü. Yaşadıkları kente dönen öğrencilerin birçok sorununun yanında bir de yıllardır devam eden barınma sorunu daha net bir şekilde ortaya çıktı. Bu sorunun temelinde yatan neden kapitalist sistemin yarattığı mülkiyet biçimidir. AKP-MHP faşist iktidarı böyle bir sorunun olmadığını dile getirmekte, sokağa çıkan öğrencileri suçlamakta veya öğrencilerin yer beğenmediğini söylemekte. Ancak biz biliyoruz ki bu sorun yani barınma sorunu sistemin sorunudur ve sistem içi çözümlerle hallolabilecek bir durumda değildir.
Yap-İşlet-Devret modelini öğrenci yurtlarının yapımında da kullanan AKP iktidarı öğrencileri fahiş yurt kiralarına ya da ev kiralarına mecbur etmeye çalışıyor. Öğrenci gençlik ve emekçilerin bütçesi yaşanabilecek bir evi yani konutu bile karşılayabilecek durumda değilken İstanbul Emlakçılar Odası’nın başkanı 50’den fazla konut mülkiyetine sahip olabiliyor. Ya da Enes Kara gibi arkadaşlarımız cemaat yurtlarında ölüme mahkum edilirken, AKP cemaatlere kamu yurtlarını peşkeş çekiyor.
Kaynakça: Engels, F. (1992). Konut sorunu. (G. Özdural, Çev.) Ankara: Sol Yayınları.
Yazı; Yeni Demokrat Gençlik dergimizin 17. sayısında yayımlanmıştır.