Sömürü, ilhak, işgal doğrultusunda kabileler arası, imparatorluklar arası, uluslar arası savaşlar farklı biçimlerde yaşansa bile yüzyıllardır değişmeyen ortaklıklar bulunmaktadır. Kimi zaman feodal, dini kimi zaman ulusal milliyetçi gerekçelendirmelerle ilan edilen savaşlar, fetih zihniyetine olan övgülü anlayış üzerine kurulurken alt yapısı ortak yanlarını oluşturmaktadır.
Psikanalist Erich Fromm’un sahip olmak istenci üzerinden uluslar arası savaşı şu şekilde yorumlamaktadır; “En ufak bir kazanma şansı olduğunda bir ulusun savaş çıkartması, ülkenin ekonomik açıdan kötü durumda olmasından değil, “sahip olmak” ihtirasından kaynaklanan, daha çok şeye sahip olmak ve yeni ülkeleri ele geçirmek tutkusundandır.”(Sahip Olmak ya da Olmak, Erich Fromm) Bu yorumlamanın elbette karşılık bulma şansı var, lakin tek başına “ihtiras” ve “tutku” üzerinden açıklanması mümkün değildir. Bu tartışma bir üst yapı tartışmasıdır. Şovenizmin ve burjuva milliyetçiliğinin toplum üzerindeki etkisini bu tür soyutlamalarla açıklamak mümkün olabilir. Savaş ve işgal anlayışının varlığı elbette mülkiyet ve “sahip olmak”la ilişkilidir. Daha çerçeveli anlamlarda bir ulusa, kültüre, aileye veya insanın bilincine sıkıştırmak, suçlamak yanıltıcı olur. Zira altyapının sermaye birikimi ve azami kar hedefinin toplumun tüm parçalarını sürekli yeniden şekillendirdiğini görmemiş oluruz. Fromm’un toplumlarda “görüneni” tartışırken köktenci yanını da yani, alt yapısını da tartıştırdığını şu alıntıyla aktaralım; “Varlığı özel mülkiyet, kar ve iktidar üzerine kurulu bir toplumda, düşüncelerimiz önceden belirlenmiş gibidir. (Sahip Olmak ya da Olmak, Erich Fromm) Marks’ın da ifade ettiği gibi “İnsanların maddi yaşam koşullarını belirleyen onların bilinçleri değildir, maddi koşullar insanların bilinçlerini belirler.” Bu ünlü söz değerini yaşamda karşılık bulabilmesine, birçok yönden yorumlanabilmesine borçludur.
Yaşadığımız ülkenin köklü ve en yakıcı gündemlerinden biri olan Kürt ulusal sorununun mülkiyet üzerinden değerlendirmesini yapmak meselenin hem köktenci yanlarının kavranması hem de günceli anlamak açısından önemli bir noktada durmaktadır. Ulus devletlerin ortaya çıkışına öncelik sağlayan etken, gerek coğrafyamızda gerek dünyada benzerlikler taşımaktadır. Ulusal meselenin kültürel, siyasal yönleri olmasıyla birlikte esasta hareketliliği yaratan maddi temellerdir…
Ulus devlet kapitalizme özgüdür ve Lenin ulus devletleri şu şekilde gerekçelendirmektedir; “Bütün dünyada kapitalizmin feodalizme karşı sonal zaferleri dönemi, ulusal hareketlerle ilgili olmuştur. Bu hareketlerin iktisadi temeli, meta üretiminin, tam zaferini sağlamak için yurt-içi pazarı ele geçirmek zorunda olması, aynı dili konuşan bir halkın yaşadığı bölgeleri siyasal bakımdan birleştirme zorunda olması gerçeğinde yatar, ve bu dilin gelişmesini ve yazınsal alanda kök salmasını önleyen bütün engeller ortadan kaldırılmalıdır. Dil, insanlar arasında anlaşmayı sağlayan en önemli araçtır. Modern kapitalizme uygun ölçüde, gerçekten özgür ve geniş ticari alışveriş için, ayrı ayrı sınıflar halinde özgürce ve geniş ölçüde gruplandırılabilmesi ve en sonu; pazarda, büyük ya da küçük, satıcı ya da alıcı durumda her meta sahibiyle ayrı ayrı sıkı bağlar kurabilmek için en önemli koşullar, dil birliği ve dilin engelsiz gelişmesidir. Onun için, her ulusal hareketin eğilimi, modern kapitalizmin gereksinmelerinin en iyi karşılanabileceği ulusal devletlerin oluşumuna doğru bir eğilimdir. En derin iktisadi etkenler bizi bu amaca doğru sürükler, ve bundan ötürü, bütün Batı Avrupa için, hayır bütün uygar dünya için kapitalist dönemin tipik, normal devleti, ulusal devlettir.” (Ulusların Kendi Kaderini Tayin Hakkı, Lenin)
Tüm dünyada bölgesel anlamda tarihsel gecikmeler ve farklarla birlikte ulus devlet anlayışı büyük oranda benzerlikler içererek hayat bulmaktadır. Kimi bölgelerde ulusal sorunlar demokratik yöntemlerle çözülmüş, kiminde kanlı savaşlarla, kiminde ise sorun mevcudiyetini korumaya devam etmektedir.
Osmanlı topraklarında 1800’lerde ivme kazanan ulusal bağımsızlık hareketleri Yunanistan’ın bağımsızlığını kazanması ile tüm Balkanlar’a yayıldı. Balkan ülkeleri birer birer Osmanlı İmparatorluğu’ndan koparak bağımsızlaştı. Kürt ayaklanmaları da 1800’lerin ortalarında balkanlardaki ulusal uyanışın yansıması olarak başladı bugün ise şehir ve kır savaşı olarak devam etmektedir.
Öncelikle dünyada ve Türkiye’de kapitalist emperyalist sistemi incelediğimizde kapitalizmin dünya pazarını birbirine bağladığını görürüz. Bugün kapitalist emperyalist sermayenin hem teknolojik hem de sermaye birikimi açısından geldiği nokta devasa boyuta ulaşmıştır. Emperyalist sermaye için en acil durum kar oranının artırılmasıdır. Emperyalist paylaşım savaşının fiili olarak bitip taşların büyük oranda yerine oturması, doğrudan yeni pazarların yaratılamaması sonucunu getirdi bu ise kar oranlarında stabilite, peşinden düşüş anlamı taşımaktadır. Emperyalistlerin büyük çaplı savaşları kendilerini bölgesel savaşlar üzerinden sürdürmeye devam etmektedir. Genel anlamda karın arttırılması için sermayenin mutlak artı değere yoğunlaşmak veya yeni teknoloji ile üretim sürecini farklılaştırmak dışında çok alternatifi kalmamıştır. Endüstri 4.0’la anılan üretim araçlarının yeni teknolojilerle geliştirilmesi üretim sürecinin farklılaşmasındaki en güncel örnektir. Bu sayede özellikle teknoloji tekelini elinde bulunduran veya buna yatırım yapabilecek kesimler için büyük bir fırsat olarak görülmektedir.
Türkiye’nin emperyalist kapitalist sistem içerisindeki yeri emperyalizmin şekillendirdiği üzere daha düşük teknolojiye sahip üretim yapmasıdır. Neo-liberalizm denilen sermaye birikimi süreci içerisinde yarı sömürge rolüne sahiptir. Yarı sömürgelik; yer altı ve yer üstü kaynaklarının yerel ucuz emek gücü kullanılarak sınırsız sömürülmesi ile eş anlamlıdır. Emperyalist konumdaki ülkeler eski teknolojileri yarı sömürge ülkeleri satarak hem sömürge bağlarını güçlendirmekte hem de kendi üretimini yeni teknolojileri ile artırmış olmaktadır. Böylelikle eşitsiz gelişimden kaynaklanan farklılık azami kar elde etme olarak kullanılmaktadır. Yarı sömürge ülkeler özgülünde Türkiye’de ise sanayinin çarkı ucuz ara mal ithali ile döndürülmektedir. Bu politika ile sanayi üretiminin yüzde sekseni ithalata bağımlı hale gelirken teknolojik gelişim seviyesi çok düşüktür. TC devletinin dünya ileri teknoloji ihracatındaki payı 2000 yılında yüzde 0.09 iken 2012 yılında yüzde 0.10’a çıkabilmiştir (2015, 2.2).
Türk sermayesi emperyalist tekellerin daha düşük teknoloji gerektiren parça üretici veya montaj sanayicisi olarak daha sıkı bir komprador ilişki geliştirmektedir. Opel, Otosan, Fiat, Mercedes’in montaj sanayisi Türkiye’de yapılıyor, Vestel Avrupa’nın beyaz eşya üretimini yapıyor. Küçük işletmeler yedek parçaları üreterek Avrupa sanayisine çalışıyor. Yüksek teknolojik ürünler dışarıdan geliyor. Değişik ülkelerde üretilen parçalar ana merkeze gönderilerek montajı yapılıyor. Bu üretim modelinde tedarikçi ülkelerde yaratılan artı değerin esasını emperyalist tekeller alıyor. Türkiye’yi kabaca da olsa bu şekilde değerlendirdikten sonra Türkiye Kürdistanı’nı inceleyebiliriz.
Bir Mülksüzleştirme Süreci Olarak T. Kürdistanı
Birinci emperyalist paylaşım savaşında dünya pazar alanlarını paylaşan, Lozan Anlaşması’yla da buna meşruluk atfeden emperyalistler Kürdistan coğrafyasını da paylaştı. Kürdistan petrol ve stratejik konumlar esas alınarak 4’e bölünüp parçalanırken her bir parçanın ilhakı emperyalist işbirlikçisi olan devletlere verildi.
Türk devleti tarafından ilhak edilen Kuzey Kürdistan bölgesi dahil olmak üzere pazara hakim olmanın politik bağlamı “devletin bölünmez bütünlüğü”, “milli birlik”, “ne olursa olsun bir Türk devleti olsun” şeklindeki argümanlarla oluşturulmuştur. Türk burjuvazisi ve toprak ağalarının ulusal pazara hakim olma isteği, İttihat ve Terakki cemiyetinde toplanan Türk milliyetçilerinin Türk devleti kurma telaşı ile bu coğrafyanın kadim halklarını sürgün ve soykırımdan geçirilerek sermaye ve taşınmaz mülklerine el konularak gerçekleştirildi. Marx, mülkiyet ve sermaye birikimi konusunda; “Gerçek tarihte, en önemli rolü fethin, boyunduruk altına almanın, soygun için insan öldürmenin, kısacası zorun oynadığı bilinir. Ekonomi politiğin incelikle tutulmuş kayıtlarında ezelden beri saf ve temiz bir hava hüküm sürmüştür… İlk birikim yöntemleri her şey olabilir, ama saf ve temiz olmadıkları kesindir.”(Kapital Cilt 1, Karl Marks)
Tarihsel bakımdan işbirlikçi Türk burjuvazisi elindeki sermayeyi ilkelden bu şekilde biriktirdi. Komprador Türk burjuvazisi Türkiye’deki tüm emekçileri dolaysız sömürürken Kürt halkının da türlü kesimlerini kendi işçi ordusuna entegre etmiştir. Türk sermayesi türlü projelerle Kürt ulusunun bölgesel doğal kaynaklarını, iş gücünü tamamen kendi çıkarları doğrultusunda şekillendirmektedir. Türk sermayesinin Kürdistan bölgesinde politikalarının kaynağını, bu doğrultuda sermaye birikimini, bölgenin bilinçli olarak geri bırakılışını değerlendirmeye çalışacağız.
Öncelikle kabaca şunu belirtmek gerekir 1923 İzmir İktisat Kongresi’nden 1960’lardaki planlı ekonomiye 12 Eylül askeri faşist cuntası ile uygulanan neo-liberalizmden bugüne Türkiye Kürdistanı’na düşen pay işsizlik, yoksulluk, açlık ve yoğun emek sömürüsü olmuştur.
- Kürdistanı’nın sosyo-ekonomik durumu somut verilerle batı illeri ile karşılaştırıldığında ilhak, sömürü ve ulusal baskının boyutu da açığa çıkmaktadır. Diyarbakır Ticaret Odası’nın 2012’de hazırladığı bir rapora göre Türkiye Kürdistanı’nın gelişmişlik düzeyi Marmara Bölgesi’nin 120 yıl Ege Bölgesi’nin 90 yıl gerisindedir.
Kapitalist ekonomide gelişmenin temel göstergesi sanayi üretimidir. Bu bakışla kalkınma büyüme denilen süreçte sanayi üretimi esastır. Türkiye Kalkınma Bankası’nın verilerine göre Türkiye Kürdistanı’nın sanayideki payı 1927 yılında %12.3, 1964 yılında %3.3, 1981 yılında %3.3 ve 2001 yılında %4.7 oranındadır. Cumhuriyetin kuruluş yıllarında Türkiye Kürdistanı’nın sanayi üretimindeki payı oldukça yüksektir bunun sebebi o yıllarda Türkiye Kürdistanı’na yatırım yapılmasından kaynaklanmaktan ziyade Türkiye’de genel olarak tarıma dayalı ekonominin olması, bununla birlikte tarım işletmelerinin bulunması, şeker ve tütün fabrikalarının açılması T. Kürdistanı’nın payını yükseltmektedir. Türk devleti Kürdistan Bölgesi’ni sanayisiz bırakarak Kürtleri Türklere muhtaç kılmaya çalışan bir ekonomik yaşama mahkum etmek için ırkçı-şoven duygularla birlikte Kürt burjuvazisinin gelişimini de engellemiştir.
2001 yılı sonrası dönemde sanayi bakımından T. Kürdistanı’na belli bir sermaye yönelimi olsa da batı ile kıyaslandığında çok düşüktür. T. Kürdistanı’nın sanayideki işletme sayısı 217109 ile Türkiye’nin tamamının %11.7’sini oluşturmaktadır. 2009 yılında Türkiye toplamı 3 milyon 225462 olur iken Kürdistan bölgesi 413861 ile %12.8 e yükselmiştir. İşletme sayısına göre değerlendirme yapmak bir veri sunuyor olsa bile yeterli değerlendirme elbette oluşturmamaktadır. Başka bir yaklaşım olarak İstanbul ticaret odasının 2014 yılında hazırladığı ilk ve ikinci büyük 500 sanayi kuruluşu raporuna bakacak olursak; ilk 500 şirketten sadece 29’u Kürdistan bölgesinde bulunmaktadır. Bu 29 şirketten 21’i Gaziantep 8’i Kahramanmaraş olmak üzere iki ildedir. İkinci 500 şirkete baktığımızda 53 tane Kürdistan bölgesinde bulunmaktadır. Bunlardan 35’i Gaziantep 12’si Kahramanmaraş ikisi Malatya birer tane de Amed, Mardin, Muş ve Elazığ’da bulunmaktadır.
Sanayideki genel durum Türkiye Kürdistanı’nda yaşayan nüfusun geçimini sağlayacak, yaşamı ikame ettirecek seviyeden uzak olması ve tarımın ekonomideki önemi hiç değişmemiştir. Yani bir nevi Kürtlere yaşamını sürdürebilmek için tarımsal üretimden başka alternatif tanınmamıştır. Tarımsal faaliyet ise köy boşaltmaları, yayla yasakları, özel güvenlik bölgeleri ve OHAL ilanları nedeni ile Kürtlerin tarımsal üretim yapmalarını da engellemeye dönüşmüştür. Tüm bunlar ise göç gerçekliğini yaratmıştır.
Türkiye’de tarım politikalarıyla tarımın büyük üreticilerin pazar ihtiyacına göre düzenlenmesi en çok da Kürdistan bölgesini etkilemiştir. Toprak dağılımındaki eşitsizlik küçük üreticilerin tarımdan tasfiye edilmesini hızlandırmıştır.
2001 tarım sayımına göre 201 dekar ve üzeri olmak üzere toprakların %59.3’ü büyük işletmelerin elinde. 200 dekara kadar olan küçük ve orta büyüklükteki işletmelerin oranı ise %40.7’sini oluşturmaktadır. Sadece bu bilgiler ışığında toprak dağılımındaki durumun büyük üreticiler ya da toprak ağalarının lehine olduğunu tahmin etmek zor değildir.
2001-2010 arasındaki dönemde Ekim alanlarındaki değişime bakıldığında buğday %5.2, arpa %30, patates %50, kuru bakliyatlar %47.2, şeker pancarı %29, tütün % 78.9 oranında azalmıştır. Bu azalan ürünlerin küçük üreticilerin yoğun olarak ürettiği ürünler olmasına dikkat çekilmelidir. Mısır ekimi 10 misli artarken Çeltik %300, ay çiçeği %9.5, üzüm %9, zeytin %51.1, meyveler %1.2 oranında artmıştır. Bu artan ürünler sanayi ürünü olup meyveler dışındaki ürünlerin üretim maliyeti yüksek endüstriyel tarımı gerektirmektedir yani küçük üreticiler daha çok meyveciliğe yönelirken maliyeti yüksek sanayi ürünlerinin ekimi büyük üreticilerin elinde toplanmaktadır. Endüstriyel tarım yapabilecek ekonomik gücü olmayan küçük üreticiler mecburen meyveciliğe yönelmekte veya mülksüzleşmektedir.
Coğrafi olarak dağlık olan dolayısıyla bitkisel üretimden çok hayvancılığa elverişli olan Kürdistan bölgesinde hayvancılığın önemli oranda azaldığı görülmektedir. Sürü hayvancılığında ilk sırada gelen koyun bölgede %75.8 oranında azalmıştır tavuk ve yumurta üretimi %40.6 oranında azalmıştır. Besi hayvancılığı da bölge açısından önemli derecede azalmıştır. Tavuk ve yumurta yetiştiriciliğinde Türkiye’de yüzde 7.1 oranında artış varken bölgede azalma söz konusudur. Yine koyun sayısına bakıldığında Türkiye’de yüzde 14.4 azalırken Kürdistan bölgesinde yüzde 75.6 oranında azalmıştır.
Bir bütün olarak tarım alanında izlenen tasfiye politikaları Kürdistan bölgesindeki tarımsal üretimi küçük üreticiler açısından felç ederken yoksul Kürt halkının en önemli geçim kaynağı elinden alınmış, hızla mülksüzleştirilmiştir.
İşsizlik oranı da Türkiye’nin diğer kısımlarına göre daha fazladır. Kürt halkının kendi topraklarında yaşayabilmesinin tüm olanakları baltalanmış ve zorunlu bir göç gerçekliği ortaya çıkmıştır. Kürtlerin bu göçü batıda ucuz işgücü olarak kullanılmaktadır. Büyük şehirlerde tekstil atölyelerinde, inşaat, sebze hali, hamal, işporta gibi emek yoğun sektörlerde düşük ücretle çalıştırılan Kürtler aynı zamanda güvencesiz, esnek ve taşeronun yoğun olduğu ağır iş kollarında çalıştırılıyor. Türk sermayesinin yedek sanayi ordusu oluşturulmaktadır. Sanayi alanında olduğu gibi tarım sektöründe de mevsimlik işçi olarak ağır koşullarda batı ve Karadeniz bölgelerinde çalışmak zorunda bırakılmaktadır. Geçmişte böyle olduğu gibi güncelde de bu şekildedir. Taşrada, köylerde yaşayanlar için dayatılan göç ettirme politikası Kürdistan bölgesinde daha katmerlenmiş olarak kendisini göstermektedir. Göçün bir başka yüzünü ise köy boşaltmaları, yayla yasakları, kültürel-sosyal baskılar oluşturmaktadır. Göçün ekonomik sonuçları olarak nitelikli-vasıflı işgücü, belli boyutuyla kent sermayesi, toplumsal emeğin parçası olan bilgi-deneyim de nüfusla birlikte batıya göç etmektedir. T. Kürdistanı’nı ekonomik olarak geliştirecek olan bu temel birimler TC ekonomisine dahil olmaktadır.
Son olarak değineceğimiz nokta T. Kürdistanı’nın yeraltı ve yerüstü doğal kaynaklarıdır. Türkiye’nin ihtiyacı olan petrolün yaklaşık onda birini kendisinin ürettiği bilinmektedir. Bu üretimin %99’u Kürdistan bölgesinde çıkarılmaktadır. Linyit kömürünün de yaklaşık yarısı bu bölgeden elde edilmektedir. Barajlar ve elektrik santrallerinin en büyük kısmı da bu bölgelerdedir. Son yıllarda inşa edilen özel yatırımlı HES projelerinin de yüzde altmışı bu bölgededir. Linyit, bakır, krom, kurşun, fosfat, altın, kaya gazı, gibi maden işletmeleri bu bölgede bulunmaktadır.
Türk sermayesi açısından gerek insan gücü gerekse yer altı, yer üstü kaynakları ile vazgeçilmez nimetlere sahip olan Kürdistan bölgesi tarihsel bakımdan ilhak edilmiş sömürge bir bölge olarak kullanılmaktadır.
Kürt Ulusu üzerindeki baskının altyapısını bunlar oluştururken üst yapısını ise şovenizm, ırkçılık, kültürel tahakküm oluşturmaktadır. Bugün alt yapının yansıması olarak yaşanan saldırlar bu tarihsel gerçekliğin bir parçası olarak açığa çıkmaktadır.
*Kullanılan veriler Partizan Dergisi, 2017/91. sayısından alınmıştır. Daha ayrıntılı bilgi için Partizan dergisini inceleyebilirsiniz.
Yazı; Yeni Demokrat Gençlik dergimizin 17. sayısında yayımlanmıştır.