Gözümü, odamın camından yüzüme vuran güneşin ışığıyla açtım. Tahminimce gün yeni ağarıyordu. Mutlu bir şekilde yatağımdan kalkıp evin bahçesine çıktım. Çıkmamla dayımın, Rodi’ye sarılarak köpek kulübesinin hemen kenarında, çimenlerin üzerinde yattıklarını gördüm. Bir baba oğul edasıyla yatmaları beni çok güldürmüştü. Gece dayımın yüksek doz alkol içip, Rodi’yle dertleştiğinden emindim. “Dayı kalk haydi, kanımca sabah oldu” diye seslendim. “Tamam yeğenim, sen git içeri üşürsün” dedi. “Dayı çok bozdun be, bu kadar içilir mi! Mevsimleri bile karıştırıyorsun. Yazdayız ne üşümesi! Kafan mı güzel, diyeceğim ama bayağı güzel. Yaşın büyük olmasa sana biraz akıl verirdim. Lazım olursa, zor ama kullanırdın.” İç sesim dışa vurmak üzereydi ki yaşlı sarhoşlara nasıl davranmam gerektiğini nenemden tecrübe etmiştim. Nenem hep “sarhoşların dediğini dinle, inanma, asla dediklerini yapma!” derdi. İşte bu kadar akıllı bir kadındı. O yüzden “ittifakım daha güçlü olmalı” diye iç sesim sürekli beni adeta dürtüyordu. Sarhoş dayımı bir başına bırakıp odama geçtim. Gün boyu ortalıkta çok görünmeyerek yarı buçuk okumamla siyasi okumalar yapmaya çalıştım. Uğruna düştüğüm davanın boyutlarını bilmeliydim. Zaten vatanımı savunanlar kitapları çok güzel bir dille yazmışlar. Çok rahat anlaşılıyor. “vatan, millet, milliyetçilik, bölücülük vb.” kavramlar kitapta sıkça geçiyordu. Uzunca bir süre uğraştım. Akşam olduğunda nenemin yanına gittim. Yine haber bültenini izliyordu. Yanına usulca sokulup oturdum. O kadar sinirliydi ki benim odaya girdiğimi fark etmedi. Kürtçe olduğunu bildiğim dilde küfür ederek susmak bilmiyordu. Yanı başındaki masada, bir bardak su vardı. Gözümü kapattım. Bir nefeste diktim derken, birden dişlerime bir şey değdi. Acımsı bir tat adeta midemi kaldırdı. Gözümü açıp bardağa baktığımda, nenemin dişlerini içinde gördüm. O an yıkıldım. Tuvalete,10 metre koşu maraton rekoru kırdım. Tuvalete vardığımda garip sesler çıkararak kustum. Döndüğümde nenemin “ne oldu sana” demesiyle “ya nene dişlerin yeri bardak değil, asıl sen ne yapıyorsun? Bari akşam yediğin soğanı, sarımsağı ayıklasaydın. Madem bana ayıklatacaktın, söyleseydin, bakardım bir çaresine” dedim. Çok sinirlendim. “Köpeğin oğlu, oh iyi olmuş sana! Zıkkımın dibini içesin”, “bak hele koca kafalı ihtiyara, saygı sınırımı zorluyor!” Nenemle bu kadar aksiyon yeterliydi. Odama geçtim yattım.
Sabaha babamın narin sesiyle “günaydın oğlum kalk” demesiyle uyandım. Böyle güzel bir sesi duyup, yatakta vakit geçirmek olmazdı. Hızlıca kalkıp üzerimi giyindim. Elimi yüzümü yıkamadan masanın başına kuruldum. Çok güzel kahvaltı hazırlamışlardı. Ancak çok fazla yemek yemeyi seven biri olmadığımdan her zamanki gibi yiyormuş numarası yaptım. Genelde çantama yemem için koydukları her şeyi, okulda çöpe atıyordum. Okulda atmayı unuttuklarımı da evde, koltukların arkasına atıyordum. Bozulan gıdaların kokusu çıkınca ya nenem, ya annem bulduktan hemen sonra kulağımın çınlamasını sağlayan cümleler kuruyorlardı. Kahvaltı esnasında bunlar bir film şeridi gibi gözümün önünden geçiyordu. Çünkü masada sohbet çok sıkıcıydı. Sohbetlere çok dâhil olamıyordum. Uykum vardı. Babam bunu fark etti. “Oğlum yüzünü neden yıkamıyorsun, git yıka hemen!” dedi. “Islak mendil yeterli olur, dışarı kaç derece senin haberin var mı? Yüz felci mi geçireyim! Bu güzel yüzüm heba mı olsun!” diyerek sert çıktım. Aslında yazın başlangıcı olduğunu biliyordum. Maksat muhabbet olsun. Sadece güldü. Garip bir babam var. Annem bu konuşmalara müdahil olamadı. Makyajını, saçını yapması çok zaman alıyordu. Biz arabaya binip dakikalarca onu bekliyorduk. Yine öyle olmuştu. “Ya baba kafayı yiyeceğim sen erken kalkıyorsun, kahvaltı hazırlıyorsun, ütünü, ütümü yapıyorsun, ortalığı topluyorsun. Annem nasıl oluyor da buna rağmen iki saat hazırlanamıyor.” Babam yine güldü. “Benim gibi kadın olmak zor evlat” dedi. Şaşırdım. Kadınlık, erkeklik algım yerle bir oldu. “Çok uykum var ama bunu konuşalım bir ara şimdi kafam basmadı” diyerek merakımı frenledim. Annemin gelmesiyle bir onurlu vatandaş, iki terörist aynı arabada, aynı yöne doğru hareket ettik. Yolda uyumayı tercih ettim. Okul durağına geldiğimizde klişe cümleleri birbirimize kurarak ayrıldık. Okulun bahçesinde bizim tayfadakiler, kola tenekesini ezmiş, taşlardan kaleleri kurmuş, onun peşinden koşturup duruyorlardı. Uzaktan izledim. Oyunlarına karışmadım. Bir antrenör edasıyla yetenekli olanları keşfetmeye çalıştım. Okulun en kısa, en çelimsiz öğrencilerinden biriydim. Boyumla dalga geçenlere pek aldırış etmiyordum. Boyumun kısa olmasını hep bir avantaja dönüştürmüştüm. Okulumun folklor ekibinde başı çekiyordum. Bu avantajlardan en önemlisiydi. Okulumu ve ülkemi temsil ederek, önemli bir insan olduğumu düşünüyordum. Topçu olmak isteyen tarla farelerinden beni ayıran en büyük özellik, onlar kola kutusu peşinde koşarak sınıfta kokarca gibi kokar, ben yarışmada ter dökerim. Döktüğüm teri, okulumu ve ülkeme dökerim. Bu fark beni o farelerden ayıran özellikti. Bunun bilincinde olarak egomu tatmin ediyordum. Kola kutusu peşinde koşan bir iki fare yetenekliydi. Ama aileleri kariyerlerinin önüne geçiyordu. “Mükemmel fikir dostum” dedi bana beynim. “Ailelerini kötüleyip, ortak nokta çıkararak onları safıma çekebilirim.” fikrini açığa çıkarttı. “Teşekkürler beynim!” demeden geçemedim. Farelerin fizikleri çok düzgündü. Avını yakalamak üzere olan aslan gibiydim. Kronolojik olarak iki genci düşündüm. Birkaç kez yan bakma kavgasında görmüştüm. Militan iki genç olabilirlerdi. Sadece işlenmeleri gerek diyerek beynimin önceki bilgileri ile muhasebe sınavına devam ettim. Onları safıma çekerek ekibimin, manevra gücünü arttırabilirdim. “Terörist Sülaleyi Yok Etme Planı ( T.S.Y.O) içerisine alabilirim. Kokarca gibi boşa kokmamış olurlar. Vatanına, milletine hizmet eder, ter dökerler” diye sesli düşündüm. Planın tutması için kendinden emin, güven veren bir pozisyonda yanlarına gitmem gerekiyordu. Avıma yaklaşıyordum. Kısa olmama rağmen onlardan zeki ve uzunmuşçasına dik durarak, sağ elimi cebime koydum. Çekici, bebek yüzümde bir tebessümle yanlarına doğru sinsice ama güven vererek gittim. Kibar olsun, beni dövmesin diye tarla faresi dediğim, ama lağım faresi olan kara çocuk Hasan’a “naber yiğido” dedim. “İyidir” dedi. Sen nasılsın, diye sormadı lağım faresi, zoruma gitti. Hasan, çok zor çocuk. Kesin kazanmam lazım. Babası galerici, taksi hatları, dolmuş hatları var. Babasının ve abisinin de mafya olduğuna dair çok ciddi duyumlarım vardı. Bunları kullanmalıydım. “Haftalar önce aldığımız kurusıkılara, gerçekleri de eklenirse tam bir operasyon ekibi oluruz” diye beynimle sohbet ettim. Hasan, ben bunları düşünürken olacaklardan habersiz etrafına bakıp “kimi dövsem de eğlence çıksa” der gibi bakıyordu. Çok uzatmadan konuya girdim. “Hasan bana biri karışsa, kavga etmemiz gerekse, silah kullanarak birilerini öldürmemiz gerekse ve ülkemiz için hayırlı bir şey olsa bunu benimle birlikte koşulsuz yapar mısın?” dedim. Hasan hiç şaşırmamıştı. Hemen cevap verdi, “kimi indireceksek her yerde söylenme. Planı birlikte yapalım. Ne yardım gerekirse hallederiz” dedi. O şaşırmadı, ama ben çok şaşırdım. “Babasına bak oğlunu gör” dedim. “Oğlum nasıl konuşuyorsun sen? Akıllı konuş bir daha, yoksa kötü olur” dedi. Bu sefer yanlışlıkla iç sesim dışa vurmuştu. Harbiden korkutmuştu beni lağım faresi. Suyuna gittim. Yatıştırmam çok sürmedi. Hasan’a net olmak gerekiyordu. Meselenin ciddiyetini anlatman yeterliydi. “Kurusıkı iki silah aldık. Şu anda bu işi yapacak insanları toparlayıp yol belirlememiz gerekiyor. Birkaç kişi toplayıp çeşitli işlere kullandık. Meseleden haberi olacak insanları belirleyip önümüze bakacağız” dedim. Çoğul konuşarak benden başka insanların olduğunu, bu işi yönettiği izlenimi yaratarak gizem yarattım. Hasan severdi. “Meseleyi anlat ondan sonrasını konuşuruz” dedi. “Burası bunları konuşmak için doğru yer değil. Sana yeri belirler ulaştırırım. Kimseye bahsetme o zamana kadar. Sadece benden haber bekle” dedim. Ve Hasan’ın yanından ayrıldım. Hasan, bu son postadan kesin etkilenmiştir, diyerek kendi kendime hunharca güldüm. Diğer avımı, Yasin’i, Hasan fark etmeden yanıma çağırıp onun görüş pozisyonundan çıkarttım. Yasin tekvando kursuna gidiyordu. Dövüş ve futbol konusunda üzerine yoktu. Babası Almanya’da imamdı. Oğlunun vatanı için dövüşerek öleceğini bilse cenaze namazını zevkle kıldırır cinsten değişik bir adam olduğuna dair anlatımlar, Yasin’i seçmemde önemli etkenlerden biriydi. “Ne oldu koçum niye çağırdın?”, “Benim adım Cem. Bir daha sakın olmasın, kötü olur” diyerek atarlandım. “Ne olur koç naparsın?”, “Hasan halleder. Benim bir şey yapmama hiç gerek yok.” “Tamam. Niye çağırdığını söyle uzatmayalım.” “Ha şöyle R’ye tak bakalım vitesi. Güzellikle halledeceğimizi biliyordum. Bak Yasin yalandan babanın, annenin hatırına namazında niyazında olduğunu biliyorum. Dindar gibi görünüp, din karşıtı iş yapıyorsun. Artık bunu gerçekten vatanın, milletin için yapman gerekir. Böyle yaşayarak gitmez. Bundan sonra gel birlikte hareket edelim. Teröristler var, bunları devletimiz yakalayıp cezalarını veremiyor. Biz devletimize yardımcı olalım. Gereğini biz yapalım. Birçok gönüllü bu davaya gücünü katacak. Senin de olman bizim için iyi olacaktır. Sen biraz düşün. Olumlu bir cevap verirsen, yeri ve zamanı belirleriz. Ona göre planı ve detaylarını konuşuruz” diyerek Yasin’i şaşkına çevirdim. Hiç bir şey demeden, kafasını sağa sola sallayarak freni patlamış kamyon gibi hızla ilerleyerek uzaklaştı. Planım fena gitmiyordu. Yasin’i ikna etmek zor gibi görünse de elimde onu kazanabileceğim bir koz vardı. Yasin gizli gizli sigara içiyordu. Bunu bilmem bile onu plana dâhil etmem için yeterliydi. Dersler çok sıkıcı geçiyordu. Azrail’in unuttuğu Melike öğretmen, sürekli bana soru soruyordu. Ben bilemeyince sinirleniyor, kalp krizi geçirecek gibi oluyordu. Kadını bir gün öldüreceğiz, ama ne zaman, diye umutla bekliyordum. Onu daha da kızdıracak bir şey yaptım. Yanımda okulun en uzun kızı Güher oturuyordu. Dev Güher’in elleri korkunç büyüktü. Kocaman bir kafası, yemyeşil gözler, kıvırcık saçları da benim boyum kadardı. Güher’e dalaştım. “Nasıl bir eğitim sistemimiz var anlamıyorum. Okulun cücesiyle, devi aynı sırada oturur mu? Böyle bir şey görülmüş, duyulmuş değil” diyerek Melike öğretmeni ve Dev’i kızdıracak bir soru sordum. Kendimi riske attım. Güher, derste bana elinin tersiyle bir vursa camdan fırlayabilirdim. Yapmadı, helal olsun. Benim bu soruyu sormamla kadavra Melike deliye döndü. Bana tokat atmamak için adeta kendine vuruyordu. “Defol git, dışarı çık! Allah belanı versin senin. Hem derslerine çalışmıyorsun, hem de işime karışıyorsun. Nasıl bir şeysin sen?” diyerek dersten attı. Keyifle koridoru adımlıyordum. Nasılsa tüm derslerim beş gelecekti. Okulun folklor ekibinde başı çeken, temsil eden bu cücenin derslerinin kötü gelmesini hiç kimse istemezdi! “Çok iyi bir eğitim sistemi aslında, biraz önce kötü demiştim. Bence gayet hoşmuş” diyerek son dersin bitmesini bekledim. Serviste şoför dayı ile biraz sohbet ettik. Zilin çalmasıyla herkes servise bindi. Bir kahraman olduğumu hissettirecek bakışları çok hoşuma gidiyordu. Yasin yanıma gelip oturdu. “Sen napıyorsun, ne ilginç çocuksun”, “Niye Yasin? Hakkını aramak ne zamandan beri suç olmuş” diyerek bir solcu edasıyla cümle kurdum. “Garip çocuksun. Bugün bana söylediklerin de öyleydi. Ben düşündüm kabul edemem.” “Bak Yasin iyi düşün. Sigara içtiğini biri duyar falan çok kötü olur. Servis sizin evin önüne kadar gidiyor. Ufak bir hamleme bakar yani, iyi düşün…” dedim. “Sakın sakın! Tamam, ben bir daha düşüneceğim” diyerek köşeye sıkıştığını anlamıştı. Servis bizim eve geldiğinde koşarak indim. Nenem bahçede oturmuş patik örüyordu. Rodi, servisten iner inmez üzerime zıpladı. Biraz boğuştuk. Çok özlüyordum keratayı. “Nene nene, ne yapıyorsun nasılsın?”, “Sen geldin he, sen geç içeri baban, anan seni bekliyor.” “Onlar niye işten erken geldi?”, “Sen hele geç geç!” İçim ürperdi. Hadi hayırlısı, diyerek yavaşça yürüdüm. Biraz tedirgin olmuştum. İçeri girdiğimde sarhoş dayımın eşi olan, terörist kuzenimin annesi, yengem, annem, babam, tarih öğretmeni olan kuzenim oturmuş kara kara düşünüyorlardı. Selam verip, yanlarına oturdum. Hal hatır sorma bölümü çok soğuk geçiyordu. Çok korkuyordum. Nenemde içeri gelince iyice korktum. O koca kafa, dedikodu ya da olay olmazsa, o sıcakta hayatta içeri gelmezdi. Babam tam o sırada kurusıkı tabancamı çıkarıp yere attı. Dört bir yandan saldırı altındaydım. Hepsi benzer cümlelerle sorular yöneltiyordu. Şoktaydım. Kalbim sıkışıyordu. “Nerden buldun bu silahı, bu silah kimin?” diyorlardı. “Bir arkadaşın, merak ediyordum. Bir iki günlüğüne aldım” dedim. Tabii ki yemediler. Çok iyi organize olmuşlardı. Nenem yarı Türkçe yarı Kürtçe küfürler edip çok hızlı bir şekilde saydırıyordu. Meğer nenem odama girip arama tarama faaliyetinde bulunmuş. CD çantasının içine bakmış, silahı bulmuştu. Bunu ben gelmeden önce anlatmasına rağmen bir kez daha anlatmıştı. Dayım eskiden çok anlatırdı. Devrimciler, 12 Eylül diye bir dönemden sonra silahlarını toprağa gömmüş. Hiç büyük sözü dinlemiyorum. “Bu devrimcilerden öğrenecek çok şeyim var” diye düşündüm. “Yaktın beni mendebur ihtiyar! Hayatımı alt üst ettin, alacağın olsun. Senin CD çantasıyla ne işin var? O yaşlı halinle ne yapacaksın allah aşkına!” dedim. “ Sus kopeg, sen ni bicım çocıgsın yaw, nalet gide sena” diyerek, hiçbir kelimesi doğru olmayan komik ve tatlı bir şekilde çemkirdi. Aile konseyi o kadar iyi örgütlenmişti ki, benim kurusıkımın bulunmasının ardından, kuzenim Can’ın da yapılan eş zamanlı operasyon sonucu silahı ele geçirilmişti. Bu kısmını hesaba katmamıştık. Bize büyük bir ders oldu. Dokuz yaşında bu kadar şey düşünmem bile büyük bir gururdu. Can’ın annesi ve babası çok üzerine gitmemiş, biraz salak olan abisinin üzerine atmış, zekice bir hamle ile olaydan zarar görmeden yırtmıştı. Tek çocuk olmak çok zor. Bir suç işlediyseniz; ablanız, abiniz, kardeşiniz olmadığı için kimseye atamazsınız. Annem bir yandan feryat figan, babam diğer bir yandan… Yengem de ortalığı fişnikliyordu. “Kesin Can bunun aklını çelmiştir” diye… Bilmiyordu ki benim içimde bir aslan var, boyuma bakıp salak olduğumu, nereye çekseler giderim diye düşünüyorlardı. Fermanım hazırlanmıştı. Deli doktoruna götürülecektim. Psikolojik tedavi konusunda sülalem mutabakata varmıştı. Annem o kadar hızlı çalışmıştı ki ben yine şok!… Beş saat makyaj yapıp hazırlanamayan annem konu ben olunca on dakikada Ankara’daki en iyi deli doktorundan randevu almıştı. Çok moralim bozuldu. “Hapise atsalar, onurumla yatar çıkardım. Bana bunu yapmayın” diye boyun eğmeyim dedim. Yemediler. “Ah nene ah! Yaktın beni koca kafa, görüşeceğiz seninle” dedim. “De here lo” diyerek kovdu. Odamda ağlaya, zırlaya hazırlandım. Ağlamak şanlı Türk’ün gücünü yerlere seriyordu. Dik durmalıydım. Kendimi tatmin edecek şeyler düşünmeye başladım. Çok duyarlı annem babam var, beni dövebilirlerdi. Ama filmlerde gördüğüm ebeveynler gibi davrandılar. Çok olgunlar gerçekten, diye düşündüm. Arabada beni bekliyorlardı. Boynumu yere eğdim. Dışarı doğru, yavaş yavaş yürüdüm. Kapının önünde Rodi’yle, bir daha görmeyecekmişim gibi vedalaştım. Geriye döndüm. Evime ve bahçesine baktım. Tekrar dönüp yürüdüm. Arabaya bindim.
İki duyarlı ebeveyn, bir terörist vatandaş, aynı arabada bir deli doktoruna doğru hareket ettik…
DEVAM EDECEK…