Türkiye’deki revizyonist kurumlar ve sözde devrimci demokrat kesimler her geçen gün Kemalist diktatörlüğü övmekte, anmakta ve bunu yaparken toplumu yanlış çizgilere ve ideolojilere çekmektedirler. Revizyonistler ve sözde devrimci-demokrat kurumlar yüzünden Kemalizm’in Marksist tahlili imkansız hale gelmiştir çünkü muhalif çevreler ve toplumun üzerinde yıkılması zor idealist dogmalar kurulmuştur.
Bu yazıda bu idealist dogmaları kırmaya çalışacağız ve Kemalizm’in faşist niteliğinden bahsedeceğiz. Şunu da açıklamak gerekir ki faşizmin nitelikleri ülkenin özgül koşullarına göre değişkenlik göstermektedir. Örneğin Almanya, İtalya, Bulgaristan ve Türkiye’de uygulanan diktatörlüklerin ortak yanları olduğu gibi farklı yanlarıda vardır ancak bunu bu yazıda tartışmayacağız.
Öncelikle faşizmin tanımını yapmakla ve bunu Kemalizm’in öncülü diyebileceğimiz İttihat ve Terakki Cemiyeti’nden bahsetmekle işe başlayalım.
Faşizm: Mali sermayenin en gerici, en şoven ve en emperyalist unsurlarının açık diktatörlüğüdür.
İttihat ve Terakki Cemiyeti
İttihat ve Terakki Cemiyeti Türk milliyetçiliğinin kurucusu niteliğindedir. İttihat ve Terakki Cemiyeti Balkan Savaşı hezimetinden sonra dağılan “Osmanlı İmparatorluğunu” tekrar toparlama ve Türk kimliğini, tekrardan yaşatma “Türkleştirme” politikasını uygulama amacıyla kuruldu. Bu Türkleştirme politikasını daha sonra Kemalist faşist diktatörlükte kanlı bir şekilde uygulayacaktır.
İttihat ve Terakki Cemiyeti ilk hedef olarak bir ulus devlet yaratmak istiyordu. Kuşçubaşı Eşref dönemin en büyük sorunlarından birisi olarak “İmparatorluğun tamamiyet ve vahdetini (birliğini) gizli, açık vasıtalarla tehdit eden iftirakçı (ayrılıkçı) unsurlardır.” diyordu. Bu bakış açısı ile İttihat ve Terakki Cemiyeti Anadolu’yu homojenleştirme politikasına girişecek, Ermeniler ve Rumlar başta olmak üzere birçok ulusa katliam ve işkence uygulayacak, onların mallarına el koyacaktı. Örneğin “Emval-i Metruke” (Terk Edilmiş Mallar) kanunu Ermeni soykırımının sonrasında hazırlanmıştır ve Ermenilerin ekonomik zenginliklerine el koymaya yönelik bir kanundur.
Yirminci yüzyılın en büyük insanlık felaketlerinden birisi olarak kabul edilen Ermeni soykırımı İttihatçıların insanlığa karşı uyguladığı suçlardan birisidir. Bu soykırım sonunda 1.5 milyon Ermeni’nin katledildiği bilinmektedir. Dönemin Ermenilere yönelik faşist politikası Dahiliye Nazırı Mehmet Talat tarafından “Ermeni politikamız kesinlikle sabittir. Hiçbir şey bunu değiştiremez. Anadolu’nun hiçbir yerinde Ermeni kalmayacak. Ancak çölde yaşayabilirler” olarak açıklanmıştır.
Aynı zamanda milli bir burjuva yaratmak isteyen ittihatçılar aynı dönemde işçi hareketlerine düşmanca bir tavır almış ve grevleri yasaklamıştır. İttihatçıların yayın organı olan “Tanin” gazetesi işçi grevlerini kınıyor, tüccarlarının malının ortada kaldığını yazıyordu. İttihatçılar aynı zamanda zabıtalara, grevlere devam eden işçileri tutuklama emri veriyor greve devam eden işçiler hakkında hukuki süreç başlatılması gerektiğini söylüyordu. İttihat ve Terakki gazetesi işçilerin “mantıktan yoksun” isteklerinin ancak sendikalar kanalıyla denetlenebileceğini düşünüyordu. Fakat Cemiyet’in yayın organı sendikaların niteliğini de belirtmekten geri kalmıyordu: “Sendikalar için her türlü sosyalist emellerden kaçınmak kat’iyyetle lâzımdır. Hayatlarını ancak bu suretle muhafaza edebilirler.”
Kemalist diktatörlük işçi düşmanı ve faşist İttihat ve Terakki hareketinin devamı niteliğindeydi. Kemalist hareket eski İttihatçı kadrolar üzerinden yükselmişti. Yine ülkede yağmalanan Rum ve Ermeni halkının mallarıyla zenginleşen eşrafın, bu zenginliğini kaybetme korkusu beraberinde eski İttihatçı yeni Kemalist kadroların önderliğinde birleşmelerine neden oldu. Daha savaş sırasında emperyalistlerle işbirliğine girişen Kemalistler birçok ittihatçının ülkeye tekrar dönmesini sağlamış, ayrıca katliamcı ve savaş suçlusu ittihatçıların Türkiye’de yargılanmaları için itilaf devletleri ile anlaşmalar yapmıştır. Birçok ittihatçı Türkiye’ye dönmüştür ancak söz verildiği gibi yargılanmamışlar 1 Kasım 1921 de serbest kalmışlardır.
İttihatçı katiller soykırım suçluları olarak yeni kurulan devlet aygıtı içinde parlamentoda milletvekilliği, içişleri ve dışişlerinde Türkiye’yi temsil eden görevlere getirildiler. Zaten Mustafa Kemal öncülüğünde kurulan ilk meclisin 164 üyesi “Ermeni milletini yok etme politikasını onaylamış”, 24 mebusun ise uygulanan şiddet politikasında doğrudan katıldığı ortaya çıkmıştır. Bazı çevrelerin sık sık ilericilik olarak andığı kurucu meclis özünde katliamcı ve gerici bir zihniyetin egemen olduğu bir meclistir.
Faşist Kemalist Diktatörlük
Sözde “Kurtuluş Savaşı” sonrası kurulan TC ile ülkenin başına komprador Türk burjuvazisi, toprak ağaları, tefeciler ve orta burjuvazinin öncülüğünde ittihatçıların devamı olan Kemalistler geçti. Sözde diyoruz çünkü Kemalist faşist diktatörlük daha savaş sırasında emperyalistler ile işbirliğine girişmiş ticaret anlaşmaları imzalamış, emperyalist devletlere ülkede maden ve kaynak arama izni vermiş ve bazı anlaşmalar ile sınırları daha savaştayken belirlemişlerdir. Savaştan sonra bu işbirliği artarak devam etmiş ve Türkiye’nin sömürge, yarı-sömürge ve yarı-feodal yapısı, yarı-sömürge ve yarı-feodal yapı ile yer değiştirmiştir. İdeolojik ve siyasal anlamda Kemalist diktatörlüğün dayandığı sınıflar, işbirlikçi-komprador burjuvazi ve ağalardır. Kemalist diktatörlük bu saydığımız sınıflar için çalışıyor, onların çıkarlarına yönelik yasalar çıkartıyor ve uygulamaya koyuyordu. Örneğin daha savaş sırasında birçok Ermeni ve Rumlar başta olmak üzere azınlık ulusların mallarına ve topraklarına diktatörce el kondu ve bu mallar Türk burjuvazisinin ve feodallerinin kullanımına sunuldu (Bu feodaller daha sonrasında TC ile işbirliği yapacak ve TC’nin kırsal alandaki ayağı olacaktır).
Hakim sınıflar Osmanlı’nın kullandığı “Osmanlı ve İslam” ifadeleri yerine “Türk” ve “Milli” ifadelerini kullanmaya başlamış ve Türk olmayan ulusların mallarına el koymaya devam etmiştir. Milli Türk Ticaret Birliği’ni kuran Türk burjuvazisi 1922 yılında yapılan kongrede milliyetçilik adı altında Rum ve Ermeni mallarına el koymaya devam etmiş ve yabancı sermaye ile ortaklıklar kurmanın zamanının geldiğini belirtmiştir. (Zaten 1922 yılında yapılan bu kongrenin amacı azınlıkların mallarına el koyma, devletin olanaklarının Türk burjuvasına ve Kemalistlere yakın olan feodallere akması, batıyla işbirliği ve uyum sağlama ve sınıf uzlaşmacılığı ile çelişkilerin maskelenmesidir).
Faşist Kemalist diktatörlük işçi sınıfı ile burjuvaziyi birbirine eklemlemeye çalışmış bunu yapamayınca tarafını burjuvaziden ve ağalardan yana seçmiş, emekçilere karşı açık diktatörlük uygulamaya başlamıştır. 1925’te kabul edilen Takrir-i Sükun Kanunu ile işçi örgütlenmeleri ülkede fiilen kesintiye uğramış 1936 tarihli 3008 sayılı İş Kanunu’nun 72. maddesiyle birlikte grev, Türkiye’de yasaklanmıştır.
Yoldaş Şnurov bu konu hakkında şöyle diyor: Daha iyi ücret ve daha elverişli iş şartları uğruna yapılan her mücadele, Kemalistler tarafından hemen hükümete karşı hareket, politik bir suç olarak vasıflandırılıyor. Diğer taraftan Kemalistler, bütün güçleriyle güvenilir ve hükümete sadık bir devlet örgütünü kurmaya gayret ediyorlar.
Önder İbrahim Kaypakkaya ise “Kemalizm demek, işçi ve köylü yığınlarının, şehir küçük burjuvazisinin ve küçük memurların sınıf mücadelesinin kanla ve zorbalıkla bastırılması demektir. Kemalizm, işçiler için süngü ve ateş, cop ve dipçik, mahkeme ve zindan, grev ve sendika yasağı demektir; köylüler için ağa zulmü, jandarma dayağı, yine mahkeme ve zindan ve yine her türlü örgütlenme yasağı demektir.” demiştir.
Kemalist diktatörlüğün bu uygulamaları, Kemalizm’in sermaye sınıfının ideolojisi ve işçi sınıfının düşmanı olduğunu göstermektedir.
Kemalist diktatörlük, Türk olmayan emekçileri daha çok etkilemiştir. Çünkü Kürtler, Ermeniler ve Rumlar emekçi olmalarının yanında etnik kökenlerinden dolayı da istismara uğrayan halklar olmuşlardır.
Her faşizm deneyiminin ortak özelliklerinden birisi faşizmde şovenizmin kışkırtılıyor olmasıdır. Kemalist diktatörlük bu şovenizmi Türk milliyetçiliği üzerinden inşa etmiş, işçi sınıfını birbirine düşürmeye çalışmış, halkı birbirine düşman etmek için çaba harcamıştır. Her fırsatta Türklüğün üstün ırk olduğunu, Türkçe’nin tüm dillerin atası olduğunu, Türk olmanın asillik olduğunu halka empoze etmiş eğitim müfredatına sokmuştur. Aynı zamanda Kürt ulusunu kendisine baş düşman olarak belirleyen Kemalist faşist diktatörlük, Kürt ulusunun varlığını inkar politikasına girişmiş, dillerini yasaklamış, yayınlarını yasaklamış ve diktatörlüğünü sağlama alırken katliamlar yapmaktan çekinmemiştir. Dersim, Zilan ve ülkenin batısında Rumlara yapılan katliamlar Kemalizm’in kanlı uygulamalarına örnek verilebilir.
Faşist Kemalist diktatörlüğün bu uygulamaları ittihatçıların homojenleştirme ve Türkleştirme politikalarının bir devamı şeklindedir. Dönemin generallerinden Abdullah Alpdoğan Kürtler için “Dağ Türkleri” demiştir ve Mahmut Esat Bozkurt ise Anadolu’da Türklerden başka kimsenin hak iddia edemeyeceğini savunmuştur. Ki Anadolu kavramı bile Yunanca “doğu” demek olan “anatoli” ve “doğu ülkesi” anlamına gelen “Anatolia” sözcüğünün Türkçe telaffuzundan başka bir şey değildir.
Kemalizm’in bu kanlı ve gerici uygulamaları faşizm tanımına uymaktadır. Kemalizm burjuva sınıfının ideolojisidir ve komprador burjuvazinin çıkarlarını yansıtmaktadır, burjuvazi ile işçi sınıfının çıkarları karşı karşıya kaldığında ve iki sınıf arası çelişkiler belirgin hale geldiğinde Kemalizm kanlı sopasını halka savurmaktan çekinmemiştir. Revizyonistlerin iddia ettiği gibi Kemalizm ilericilik ve anti emperyalist bir mücadelenin ürünü değildir, aksine emperyalizme hizmet eden komprador burjuvazinin iktidarlığıdır.
Yazımızı Önder İbrahim Kaypakkayanın şu sözleri ile bitirelim: “Kemalizm demek, her türlü ilerici ve demokratik düşüncenin zincire vurulması demektir.” Biz genç devrimciler olarak faşizme, dolayısıyla Kemalizme karşı ideolojik cephede kararlılıkla mücadelemizi sürdürürken revizyonistlerin aldatıcı ve oportünist sapmalarına karşıda halkımızı ve davamızı korumalıyız.
Yazı; Yeni Demokrat Gençlik dergimizin 20. sayısında yayımlanmıştır.