Dergimizin yayına hazırlandığı bugünlerde yaşamımızın önemli bir bölümünü koronavirüs ya da bilimsel adıyla COVİD-19 oluşturuyor. Tüm dünyayı aylardır kasıp kavuran bu virüsün, Mart ayının ortası itibariyle yaşadığımız topraklara da giriş yaptığının açıklanması ile birlikte birkaç gün içerisinde yaşamın olağan akışında büyük değişimler oldu. Virüsün hızlı yayılması ve ölümler, “EvdeKal” çağrıları eşliğinde “sosyal mesafe” denilen kavramlaştırmanın hayatımıza girmesine; toplumsal temasın fiziksel olarak en aza indirgenmesine neden oldu. Ancak bunlar mevcut tablonun genel hatlarını oluşturuyor yalnızca.
Meseleyi bütünlüklü olarak incelemek; neyi-nasıl-neden yaşıyoruz, yaşadıklarımızın hakim sınıflar ve kapitalist-ataerkil sistem açısından anlamı nedir, bu anlam nasıl bir gelecek yaratma peşindedir gibi soruların cevaplarını daha net ele almamızı sağlayacaktır. Kaldı ki yaşadığımız topraklarda devletin COVİD-19 öncesi ve sonrasındaki siyasal, politik süreci işletişine göz atmak dahi, içerisinden geçmekte olduğumuz günlerin anlamını göstermeye yetecektir.
Gündemler değişse de yakıcılığı aynı yerden…
Her ne kadar koronavirüs gündemi yakıcılığını korusa da güncel siyasal sürecin ilerleyişinin hızı bugünden yarına yakıcı olan başka başka gündemlerin hayatımızda yer almayacağı anlamına gelmiyor. Nitekim bir hafta önce gündemimizi yakıp kavuran konular, yerini bir başkasına hızla bırakıyor. Hatırlayalım, virüsten önce hayatımızda TC devletinin Suriye’ye dönük işgal ve ilhak politikaları kapsamında yaşananlar vardı. İdlib’deki asker ölümleri ve TC’nin “mülteci kozu” yaşamımızın odak noktasındaydı. Mevcut sistemin yaşadığı siyasal-ekonomik krizin yansımalarının dünya üzerinde kapitalist-emperyalist ülkeler nezdinde güç dengelerinin yeniden belirlenmesi gibi bir etkisi varken bunun sosyo-ekonomik yapısı TC devleti gibi olan devletlere yansımalarını en net haliyle bu süreçte gördük-görüyoruz. Sistemin her yapısal kriz döneminde güçler dengesinde yeni arayışlar olur ve bu kapsamda ABD-Rusya-Çin üçgenindeki rekabet hali Suriye üzerindeki savaş üzerinden kendisini açığa vuruyor; bölgede bir karakol görevi gören TC devleti ise sistemin yapısal krizinin kendisinde vücut buluşuna dair çözüm yollarını güçler dengesinde uygun konumu ararken yaratmaya çalışıyor. Bu anlamda içteki krizini ise ördüğü süreçle uyumlu bir şekilde yürütmeyi ihmal etmiyor. Politikalarına karşı gelebilecek itirazların ve toplumsal muhalefetin oluşumunun önünü şovenizmi besleyerek; faşizmi doruk noktalarına çıkararak almaya çalışıyor.
Dünya üzerindeki ekonomik kriz yaşadığımız topraklarda da işsizler ordusunun gün geçtikçe büyümesi, zenginler ve yoksullar arasındaki uçurumun büyümesi, sermayenin korunup kollanmasına dair politikaların hız kazanması ve ara sınıfların yok olarak zengin-yoksul ayrımının keskinleşmesi şeklinde can buluyor. Geleceksizliğin gençler için yaşamın bir parçası kılınması ve orta sınıfın hızla yoksullaşması henüz birkaç ay öncesinde yaşamımızın odak noktasında duran intiharların sebebi olarak karşımıza çıkıyor.
Şunu belirtmekte fayda var; bu ve daha fazlasıyla gündemlerin bugünden yarına bu kadar hızla değişmesi, yakıcılığının beslendiği yeri değiştirmiyor. Bu yakıcılık ise sistemin içerisinde olduğu kriz halinden kaynaklanıyor.
Herkes kendi sağlığından ve yoksulluğundan mesul!
Bu siyasal ve ekonomik atmosferde koronovirüsü karşılayan TC devletinin yaşadığımız sürece dair adımlarında halk sağlığı elbette ki öncelikli konusu değil. “EvdeKal” kampanyası eşliğinde halkın genel hijyen kurallarına uyması, “sosyal mesafe” kuralını yaşamsallaştırması yönlü çağrılarda bulunan devlet kişisel OHAL’imizi ilan etmemizi salık vererek gerekli önlemleri almaktan kendini azade etmiş durumda.
Koronavirüs vakasının görüldüğü ilk günlerde cumhurbaşkanı R.T.Erdoğan’ın açıkladığı Ekonomik İstikrar Paketi koronavirüsün halk sağlığından ziyade sermayenin elini güçlendirmek için bir araç olarak kullanıldığının göstergesidir. 21 maddelik paketin içeriğine dair açıklamalarda bulunan Erdoğan’ın paketteki ilk maddeyi açıkladıktan sonra Türkiye Odalar ve Borsalar Birliği Başkanı Rifat Hisarcıklıoğlu’na dönerek, “Neşen yerinde” diyerek espri yapması gündemleşirken bu neşeli hallere sebep olan maddenin kimlerin neşesinden çalacağı ise netti: Küçük işletme sahipleri, işçi ve emekçiler. 100 milyar liralık bir kaynak setini devreye alan bu pakette perakende, AVM, demir-çelik, otomotiv, lojistik-ulaşım, sinema-tiyatro, konaklama, yiyecek-içecek, tekstil-konfeksiyon ve etkinlik-organizasyon sektörleri için muhtasar ve KDV tevkifatı ile SGK primlerinin Nisan, Mayıs ve Haziran ödemelerini 6’şar ay ertelenirken paket büyük patronların derdine önemli ölçüde çare oluyor. Küçük işletmelerin iflasının yolu açılırken işsizlik ve yoksulluğun katmerleşeceğinin de işareti olan bu paketin ardı sıra ilerleyen haftalarda “Milli Dayanışma Kampanyası” ile Erdoğan yine karşımızdaydı!
Merkez Bankası’nın zor günler için ayırdığı ihtiyaç akçesini harcayan ve işçi-emekçilere virüse karşı sadece kolonya bırakan devlet bununla da yetinmeyerek IBAN numarası vererek zaten açlık ve yoksulluk içerisinde olan milyonlardan para yardımı beklediğini açıkladı. “EvdeKal” çağrılarının çok küçük bir zümre için geçerli
olduğu, milyonlarca işçi ve emekçinin bu süreçte daha da ağırlaştırılan güvencesiz ve esnek çalışma şartlarında karantina dışında olduğu, işsizler ordusunda yer almanın “kolaylaştığı” günlerden geçerken başlatılan kampanya, dayanışma gibi sadece ezilenlere ait olabilecek bir kavram kullanılarak gerçekleştirilmeye çalışılıyor.
Dayanışma nedir, kimler arasında olur?
Dayanışma ezen ile ezilen arasında olabilecek bir durum veya olgu değildir. Dayanışma sınıflı toplumda, ezilenlerin var olan ezilme haline karşı geliştirdikleri bir silahtır; direncin yaşamla kavuşturulmasıdır. Dayanışma, ezilenlerin mevcut sistemdeki kendilerine dayatılanlara karşı koydukları bir araçtır. Dolayısıyla bugün “Milli Dayanışma Kampanyası” adı altında yürütülen süreç sadece ekonomideki istikrar(!) için değil, ezilenlerin en önemli aracının altını boşaltmak için de ele alınmaktadır.
Hakim sınıf ideolojisinin ezilenlerin birlikte mücadelesine karşı “incelikli” saldırılarının bir yansıması olan bu kampanya tekil bir örnek değil bu süreçte. Birlikte olmamızın, birlikteliğimizden güç bulmamızın önünün koronavirüsün yaşamlarımızda yer alışının ilk günlerinde sosyal medya hesaplarından yapılacak paylaşımlara soruşturma açılması tehdidiyle, “EvdeKal” çağrısının işçi ve emekçiler için bir gerçekliğinin olmadığını dile getiren bir işçinin gözaltına alınmasıyla, her akşam sağlık çalışanları için gerçekleştirilen alkış eyleminin “Camilerden Hutbe” alternatifiyle bastırılmasıyla kesilmeye çalışılmasının adımlarıdır. Bu adımlar ise TC devletinin ezilenlerin birlikte mücadele hattını örmesinin, dayanışma ruhunu yakalamasının koronavirüsten daha tehlikeli bulduğu gerçeğine işaret etmektedir.
COVİD-19 bugün, mevcut sistemin yapısal krizine karşı çözüm yolları arayışında bir hızlandırıcı olarak görev görmektedir. Esnek ve güvencesiz çalışma koşullarını olağanlaştıran, bir avuç azınlığın elindeki zenginliği garanti altına almak için yoksulluk ve sefaleti yaygınlaştıran, toplumsallığı bireyselliğe evriltme gayesini pekiştiren sistemin en güçsüz olduğu süreçten geçmekteyiz. Bu güçsüzlüğü bizim gücümüz haline getirmemiz, mücadele yöntem ve araçlarındaki yeniyi arayışımıza odaklanmamız, dayanışmamızı güçlendirmemizden geçmektedir.
Yazı; Yeni Demokrat Gençlik dergimizin 15. sayısında yayımlanmıştır.