Filistin meselesini sürdüregelen sistemin yaşadığımız ülkedeki izdüşümünü ve bu duruma dair biz devrimcilere düşen sorumlulukları görebilmek adına, Filistin’i sömürge karşıtlığı, ırkçılık, imha ve asimilasyon politikaları, emperyalizm ve işbirlikçileri, soykırım gibi konular ekseninde ele almak kaçınılmaz bir hale gelmiştir. Türkiye ve Kürdistan devrimci hareketlerinin Filistin meselesinde tarihsel bir pozisyonu, çoktan adını koyduğu analizleri ve devrimci figürleri vardır. Bunları tekrar etmektense Siyonizmin uyguladıklarının T.C. saldırganlığı ile olan benzerliğine ve tüm bunlara rağmen sömürge karşıtlığının ve kurtuluş hareketlerinin toplumda nasıl eşitlik ve özgürlük potansiyelini ortaya çıkarabileceğini işaret etmek faydalı olacaktır.
Tarihsel Özet
“Eleştirmenin hareket noktası bir çeşit gerçeği arama, yani “kendini tanıma”dır. Geçmiş günlerin insan üzerinde bıraktığı sayısız izler, tarihi bir birikim olarak üzerinde dikkatle durmayı gerektirir. Bir esere başlamadan önce bu birikimin envanterini yapmalı.” – Antonio Gramsci, Hapishane Defterleri
Filistin-Ürdün bölgesinde, Birinci Emperyalist Paylaşım Savaşı, nam-ı diğer Birinci Dünya Savaşı sonrası Osmanlı himayesinden çıkmasıyla birlikte Britanya’nın güdümünde manda devletler kurulmuştur. İngiliz yayılmacılığı Osmanlı himayesindeki bölgelere ve halklara göz dikerek, bölgede hali hazırda var olan Osmanlı karşıtlığını körükleyerek ve emperyalist ilişkileri düzenleyerek çoğunluğu Arap ayrılıkçılardan oluşan hareketleri desteklemiş ve savaşın neticesinde geride manda devletler ve yönetimler bırakarak Osmanlı himayesinden çıkan toprakları Fransız emperyalizmi ile paylaşmıştır. Ortadoğu’da gerçekleşen bu paylaşım günümüze dek gelen birçok etnik, dini ve idari çatışmanın önünü açarak bölgeyi istikrarsız bir hale getirmiştir. Ancak bu tarihsel süreç, ardından gerçekleşen tüm savaşımlar ve çelişkiler bu yazının konusu olamayacak kadar karmaşık ve uzundur. Savaşın ardından Filistin, Fransız-İngiliz paylaşımlarında özel bir yer teşkil etmiştir. Çünkü dönemin politik atmosferinde Avrupa’da Siyonizm iyiden iyiye belirginleşmeye başlamış ve çeşitli lobi faaliyetleri aracılığıyla emperyalist hükümetlerle temas kuran bir hale gelmiştir. Bu noktada İngiliz emperyalizminin Arap ayrılıkçılığı ya da Arap özgürlük hareketleriyle kurduğu ilişki tipik sömürgeci ve işgalci biçimlerde ilerlemiştir; bölgenin hızlıca sömürgeleştirilmesi, yani yerli işbirlikçi yapıların bir araya getirilmesi, bölgenin doğal ve nüfus kaynaklarının piyasaya sürülebilmesi vb. işleyişlerle İngiliz emperyalizmi güdümünde bir zemin oluşturulmuştur. İdari ve siyasi gelişim böylece tüm diğer sömürgeleştirilmek istenen bölgelerde olduğu gibi pragmatik şekilde gelişmiş ve neticede İngiliz emperyalizmi işgal ettiği bölgeleri derdest etmesinin ardından soluğu Siyonizmde, yani Filistin’de resmen bir Yahudi devleti kurmakta almıştır.
1917 senesinde (Ekim devrimi, önde gelen Yahudi Bolşevik liderler ve hızla siyasallaşan Yahudi kitleler de göz önüne alınmalıdır) Siyonist bir ülkü olan İsrail’in kuruluşunun Balfour Deklerasyonu’yla açıkça desteklenmesi ve böylece Avrupa’daki Yahudiler’in toplanıp Akdeniz’in ötesinde bir yere yerleştirilmek istenmesi gibi bir hamle ancak İngiliz emperyalizminden beklenecek bir hamle olabilirdi. Hem Avrupa’daki Yahudi cemaatleri ve lobileri güç kaybedecek, hem de bölgede doğrudan kapitalist emperyalist ilişki kurabileceği bir devlet yapılanması söz konusu olacaktı. İkinci Emperyalist Paylaşım Savaşı’na dek Filistin’e Yahudi yerleşimcilerin gelişinin önü açılmış, çeşitli çatışma ortamları ve günümüzde süregelen Filistin direniş gruplarının öncülleri de bu dönemde ortaya çıkmaya başlamıştır. Filistin, İngiliz mandasında, İngiltere’nin Yahudiler’i muhattap aldığı bir devlet olarak varlığını ikinci paylaşım savaşına dek sürdürmüştür. Siyonist ideolojinin üzerinde yükseldiği kadim vaat edilmiş topraklar anlatısı, dini referanslarla oluşturulmuş, gerekçeleri binlerce yıl öncesinin idari meseleleri ve dini masallarıdır. Siyonistler bu anlatılar üzerinden hem Filistin bölgesinde bir ülke kurmak, hem de bu tür kadim anlatılarla İsrail denilecek bu ülkede bir çeşit ulus yaratma arzusu taşımaktadır. Öte yandan paylaşım savaşları neticesinde imkanlar gelişmeye başlamış ve Siyonistlerce mistik anlatılar güç kazanmaya başlamıştır. 1930’lardan itibaren Avrupa’da faşist partilerin Yahudi karşıtlığını merkeze almasıyla Yahudi nüfusun Filistin’e olan hareketi hızlanmıştır. Bu noktada ise Avrupa’da tarihsel olarak varlığını sürekli korumuş Yahudi karşıtlığının özellikle Nazi partisi eliyle nasıl palazlandığını belirtmekte fayda var. Avrupa’daki faşist hareketler Yahudi karşıtlığını kendileri uydurmamış, hali hazırda kıta Avrupası’nda var olan bu nefreti politikleştirerek bir imha hareketine dönüştürmüştür. Milyonlarca insanın imha tesislerinde sistematik bir şekilde katledildiği Holokost adıyla anılan soykırım gerçekleşmiştir. Holokost, insanları imha etmek üzere tasarlanmış tesislerce başta yaklaşık altı milyon Yahudi olmak üzere, milyonlarca Roman’ın, komünistin, sakat ve engellinin katledildiği, insanlık tarihine geçmiş kara bir lekedir. Emperyalizm ve sömürgecilik, ırkçılığı ve bu sebeple imha ve asimilasyon politikalarını özünde taşır. Nazizm, emperyalizmin yüzyıllardır dünyanın çeşitli yerlerinde gerçekleştirdiği bu uygulamaları kıta Avrupası’nda gerçekleştirmiş ve yeni silah teknolojileriyle, yeni kitle imha yöntemleriyle tüm Avrupa’da yıkıma ve milyonlarca sivil insanın ölümüne neden olmuştur. Bu durum, başta İngiliz ve Fransız burjuva sınıfları olmak üzere, emperyalist egemen sınıflarda bir vicdan temizliği gereğini ortaya çıkarmıştır. Artık hiçbir şekilde yüzleşilmesine gerek kalmadan emperyalizmin şiddet biçimleri adeta bir etiket gibi sökülerek yenik Nazizm’e yapıştırılmış ve tarihin çöplüğüne(!) gönderilmiştir. Avrupa’nın restorasyonu sırasında Yahudi’lere ilişkin meseleler Siyonist ülkülere teslim edilmiştir. Zaten travmatize olmuş, Nazizm gibi bir kabusla mücadele etmiş, dünyanın dört bir yanına dağılmış hayatta kalan Yahudi topluluklarında Siyonistlerin İsrail projesine olan destek ve katılım iyice artmıştır. Batı emperyalizmi Katolik öğretiyi ve onun “kutsal topraklar”ını aşmış, onun yerine kar hırsını ve faydacılığı çoktan yerleştirmiştir. Bu yüzden Siyonistlerin mistik anlatıları yani “vaad edilmiş topraklar”ı ve onu hak edişleri, Avrupa’daki Yahudilerin yaşadıkları da göz önüne alındığında batıda çok güçlü bir destek toplayabilmiştir. Bu tartışma, savaş sonrası kurulmuş Birleşmiş Milletler’in de önüne gelerek, zaten çözülmeye muhtaç savaş sonrası yüzlerce idari ve siyasi sorundan biri olarak “Birleşmiş Milletler Filistin Paylaşım Planı” adı altında çözüme kavuşmuştur. Bu çözüm(!), 2024 yılında hala çözüme muhtaç bir şekilde, neredeyse her gün yaşanmaya devam eden katliamlarla sürmektedir.
Siyonist Yerleşimler
“Şiddet; ezen, sömüren, ötekileri kişi saymayanlarca başlatılır; yoksa ezilen, sömürülen, kişi sayılmayanlarca değil… Terörü başlatan; çaresizler, teröre maruz kalanlar değil, iktidarları sayesinde “hayatın reddedilmişleri”ni ortaya çıkaran somut durumu yaratan teröristlerdir” – Paulo Freire, Ezilenlerin Pedagojisi
Sömürgeci ideolojinin Filistin’deki sürdürücüsü Siyonizm tüm şiddet biçimlerini içerisinde taşır. Yıllarca sürdürülmüş yerleştirme politikası, uluslararası teşkilatlarda bu yerleşimlerin meşruluğunun kabulü, İsrail’e akıtılan savunma bütçeleri ile birlikte adım adım Filistin’i daraltmıştır. Sömürgeci yerleşimciler, yayılmacılığın en önemli katmanını oluşturmaktadır. Birincisi sömürgeci ilişkilerin kurumsallaşması adına öncülük yapan kitleleri oluştururlar, bununla birlikte bir sömürgeci hukuku oluşur. Artık bu arazi sömürgecinindir, işte sömürgeci devletin oluşturduğu tapu da buradadır! Koloninin ortaya çıkmasıyla da içerisi ve dışarısı durumu oluşur. Dışarıdakiler barbar, şiddet dolu, sağduyudan anlamayan insanlardan ibarettir. İçeridekiler ise asla şiddete başvurmayan, bu toprakların meşru söz sahibi, Batı medeniyetinin tüm inceliklerini taşıyan insanlardan oluşur. İşte yüzyıllardır dünyanın çeşitli yerlerinde süregelen bu yöntem Filistin’de Siyonistler eliyle ve dünyanın en gelişmiş askeri teknolojileri ile birlikte dünyanın gözü önünde, adım adım uygulanmaktadır. Milyonlarca Filistinliyi sınırı belirsiz, insani yaşam koşullarından uzak bölgelere hapsetmiştir. Bir o kadar Filistinli’yi ise ülkelerinden sürmüş, dünyanın dört bir yanına dağılmalarına neden olmuştur. İsrail bölgeye ölüm, sürgün, şiddet getiren, sivil yaşamı yok olma noktasına getiren, insanlık suçlarını göğsünde gururla taşıyan sömürgeci ideolojinin öz çocuğudur.
“Cezayir’de Ulusal Kurtuluş Cephesi (FLN) ünlü bildirisinde, sömürgeciliğin ancak boğazına bıçak dayandığında gevşediğini belirtmişti. Tek bir Cezayirli bile bu sözcükleri aşırı şiddet yanlısı bulmamıştı. Bildiri bütün Cezayirlilerin yüreğinde hissettiklerini dile getirmekten başka bir şey yapmamıştı: Sömürgecilik ne düşünen bir makine ne de muhakeme yeteneği olan bir bedendir. Sömürgecilik çıplak şiddettir ve ancak daha büyük bir şiddetle karşılaştığında boyun eğer” – Frantz Fanon, Yeryüzünün Lanetlileri
Siyonist yerleşim alanları Filistin’in parçalanmasında ve uluslararası hukukta yasal zemin yaratılmasında çok önemli bir yere denk düşmektedir. Bu politika ve kampanya neticesinde yıllar içerisinde dünyanın dört bir yanından insanlar, Ortadoğu’nun tüm şiddet ve cehaleti içerisinde steril bir yaşam sunan İsrail’e yerleşimci olarak gelmişlerdir. Peki Ortadoğu’da bitmek bilmeyen şiddetin ve çatışma ortamının sebebi nedir? Emperyalist saldırganlıklar, çözülemez hale getirilmiş etnik, siyasi ve idari sorunlar değil midir? Kuşatma altındaki Gazze’de ya da sınırları belirsiz hale getirilmiş Batı Şeria’da yaşayan her bir insan tıpkı dünyanın geri kalanı gibi insani çelişkilere, ihtiyaçlara, gelişim süreçlerine ve siyasi özne olabilme özelliklerine sahiptir. Bunun aksi bir yaklaşım başta Siyonist söylemlerin ve yüzlerce yıldır inşa edilen emperyalist ırkçılığın kabulü olacaktır. İsrail devleti, Siyonist yerleşimciler ve başından beri onlardan desteğini esirgemeyen emperyalist güçler medeniyet bayraklarını onlarca yıldır katlettikleri Filistinlilerin üzerine dikiyorlar.
Direniş Güçleri
“Ezilen halklar ve uluslar kurtuluş umutlarını emperyalizmin ve uşaklarının duyarlılığına bağlamamalıdır. Onlar ancak birliklerini güçlendirerek ve mücadelelerinde ısrar ederek zafere ulaşabilirler.” – Mao Zedung, Seçme Sözler
Tarihsel süreçte, İkinci Emperyalist Paylaşım Savaşı’nın ardından ortaya çıkan Filistin paylaşım planı ile birlikte direniş ve kurtuluş örgütleri ortaya çıkmıştır. Bu hareketlerin özü, dünyayı saran kurtuluş hareketlerinden farklı değildir; enternasyonalist, çok inançlı ve demokratik ilkelerle hareket etmektedir. Bununla birlikte Siyonizm ise direnişin karşısına dinciliği ve Arap ırkçılığını koymuştur. Zira sömürgecilik ırkçılık temelinin üzerinde yükselir. Sömürgeci ideolojinin üssü İsrail, yani Siyonizm, özünde siyasallaşmış dinciliği de barındırır. Mistik bir Yahudi öğretisini ön kabul olarak ortaya koyar ve meşruluğunu da buradan almaya çalışır. Öyle ki Siyonizm yalnızca Müslümanları ve miraslarını değil, Filistin’deki Hıristiyanları ve onların miraslarını da reddeder. Revizyonizm ve kapitalist restorasyonla yönünü kaybeden sosyalist blok neticesinde hem Filistin’de hem de birçok diğer sömürge ülkede direniş hareketlerinin çehresi ve kitleselliği başka biçimlere alan açmıştır. Türkiye ve Kürdistan devrim hareketinin hem aşina hem de dayanışma içerisinde olduğu kitlesel direniş geleneği yerini İslami örgütlenmelere ve tartışmalara bırakmıştır. Filistin kurtuluş hareketindeki bu değişim yine oldukça karmaşık ve ulusal kurtuluş hareketleri ekseninde ele alınması gereken bir tartışmanın ve eleştirinin konusu olmak üzere bu yazının konusu değildir. Bu yazı bağlamında Siyonizme, yani sömürgeciliğe karşı bir direniş hareketinin varlığı dahi biz devrimciler için yeterli olmalıdır. Üstelik hareketin içerisinde ana güç olmasa da FHKC de bulunmaktadır. Siyonist ideolojinin iddia ettiği gibi anti-semitizm, yani Yahudi düşmanlığı karikatürize edildiği gibi hiçbir zaman Filistin’de veya İslam coğrafyasında belirginleşmemiştir. Anti-semitizm Avrupa merkezli bir düşünüş şekliyken, Siyonizmin saldırıları ve politikaları sonucu Ortadoğu’ya ithal edilmiştir. Siyonizmin meseleyi dini boyuta indirmeye çalışması kendi sömürgeci ilişkilerini ve şiddet biçimlerini gizlemeye çalışmasından ileri gelmektedir. İsrail, arkasına aldığı devasa bütçeler, askeri yardımlar neticesinde ve Filistin, Lübnan, Suriye ve Mısır’a karşı sergilediği saldırganlık sonucu Ortadoğu’da ve İslam coğrafyasında yüzyıllardır süregelen sömürgeci ideolojinin simgesi haline gelmiştir. Ancak dünyadaki İsrail düşmanlığı, maddenin doğası gereği, uyguladığı siyasetin, yarattığı şiddettin ve mahkum etmeye çalıştığı ‘doğulu, Müslüman ve Arap’ kimliğinin dünya halklarındaki iz düşümü ve sağ duyusu sonucu ortaya çıkmıştır. Siyonistler kendi Yahudi kimliklerini yüceltiyor, mistikleştiriyor ve emperyalist devletlerin destekleriyle özgüvenlerinden öylesine ödün vermiyorlar ki körleşmişçesine saldırıya maruz kalan Yahudi/İsrailli kimliği yaratmaya çalışıyorlar. Buna imkan tanıyan şey ise ilk kısımda kabaca ele almaya çalıştığımız Avrupa merkezli sömürgecilik ve Yahudi düşmanlığıdır. Bu tuzağa düşmeden Siyonizmi teşhir etmeye devam etmeliyiz. Zira direniş Yahudilerin kökünü kazımaktan bahsetmemektedir ancak Siyonizmin, soykırımın ve imhanın son bulması için elinden geleni yapmaktadır.
Soykırımcı İdeolojileri Mahkum Edelim
Sömürgeci bir rejim, sömürgeleştirilen nüfusun kültürel değerlerini ve kimliğini yok etmek için acımasızca çaba gösterir. Sömürgeciliğin baskıcı doğası yalnızca bir halkın ekonomik sömürüsü ve siyasi boyunduruk altına alınmasıyla sınırlı değildir; kültürel mirasın erozyona uğratılmasına kadar uzanır. Bu kasıtlı kültürel yok ediş, sömürgeci güçler tarafından sömürgeleştirilmiş toplum üzerinde kontrol ve hakimiyet kurmak için kullanılan bir taktiktir. Sömürgeciler, sömürgeleştirilenlerin kolektif bilincini ve kendi kaderini tayin hakkını zayıflatmaya, onları daha yönetilebilir ve manipülasyona açık hale getirmeye çalışırlar. Bu sinsi stratejiyi tanımak ve ona meydan okumak, sömürgeci baskının zayıflatıcı pençesinden toplumsal ve kültürel kurtuluşu geri kazanmak ve yeniden canlandırmak için çok önemlidir. Bu saldırı yöntemi dünyanın her yerinde aşina olduğumuz bir politikadır. Hezimete uğradığı her deneyim yoğun ve kitlesel direniş hatlarıyla nesneleşmiş, ezilen kitlelerin siyasi özneler haline gelebilmesiyle mümkün olmuştur; Vietnam, Cezayir, Güney Afrika, Haiti, Çin vb. ulusal kurtuluş hareketleri kendilerince dolambaçlı yollardan geçmiş ve özgün deneyimler inşa edebilmişlerdir. Ancak sömürgecilerin yöntemleri mutlaka aynıdır. T.C.’ye gelecek olursak; tıpkı Siyonist rejim gibi, bölgedeki emperyalist ilişkilerde önemli bir rol üstlenmektedir. Hem Müslüman dünyaya seslenerek hem de İsrail ile sonuna kadar ticari ilişkilerini sürdüren, siyasi bulanıklıktan nemalanan, savaş çığırtkanı bir devlettir. Medyada Siyonist saldırganlıkla simgeselleşen tüm içerikler, yıllardır Türkiye Kürdistanı’nda ve Rojava’da olan bitenlere birebir benzemektedir. Her ikisinin de uyguladığı kirli savaş oldukça benzemektedir. İnsan kaçırma, sivil ölümleri, sivil bölgeleri yıkım ve talanla insansızlaştırmak vb. tüm özel savaş yöntemlerinde ortaklaşmaktadırlar. Üstelik hem Siyonistler hem de T.C. bu içerikleri gururla dünyayla paylaşmaktadırlar. Öyle ki bu iki devlet katliamcı yüzleriyle kesinlikle yüzleşmiyor, arada sırada birbirlerinin yaptığı katliamlara göndermeler yaparak da içeriye meşruluk mesajı veriyorlar. Hem Türkiye’nin hem de İsrail’in savaş makinesini besleyen ideolojik ve ekonomik kaynak aynı kaynaktır, yani kapitalist emperyalist sistemdir. İkisi de kuruluşundan beri bölgede katliamcı rolünü üstlenmiştir. Filistin’de yaşanan soykırıma karşın Türkiye kendinden de bekleneceği üzere iki yüzlü bir politika izliyor. Sömürge karşıtlığının ilk görevi içinde bulunduğumuz devletin sömürgeci ilişkilerini ifşa ve mahkum etmektir. T.C., Filistin bombalandıkça Kürdistan’ı bombalıyor, bu sırada da İsrail ile ticari ilişkilerini korumaya devam ediyor. Bununla birlikte Türkiye toplumunda belirmeye başlayan Arap düşmanlığı ile birlikte, burjuva medyanın bir kısmında hem Arapların politik özneler olamayacağı gibi laflarla Filistin direnişinin içi boşaltılıyor hem de İsrail’e çeşitli manipülasyonlarla medeniyet payesi biçiliyor. Ancak sorarız Filistinli kadınları ve LGBTİ+’ları her gün katleden kimdir? Milyonlarca insanı Gazze’ye mahkum eden, insani yardım kanallarını tıkayan ve oyalayan hangi devlettir? Şiddet sarmalı, direniş örgütlerinin Siyonizme karşı operasyonuyla mı başladı yoksa İsrail başından beri bu şiddet üzerine inşa edilmiş bir devlet midir? Öte yandan Türk burjuvazisinin bir başka kısmı, direnişe İslami sebeplerle destek olmaya ve Siyonizm karşıtlığını Yahudi düşmanlığı ile birleştirmeye çalışıyor. Biz bu iki yaklaşımı da reddetmeliyiz. Bu insanlık cenderesinde Siyonizmi ve faşist-şovenist ideolojileri mahkum etmeliyiz. Siyonist devlet aygıtı yerle bir olmadan, sömürgeci ilişkiler ortadan kaldırılmadan bölgede halkların kurtuluşu mümkün değildir. Sömürgeci ilişkilerin çözülmesi Filistin halkını özgürleştireceği gibi İsrail’deki emekçi kitlelerin de özgürlük yolunu açacaktır. İnsanlığın kurtuluşunun simgelerinden birine dönüşen Filistin direnişini, soykırıma karşı ve kurtuluş mücadelesindeki ısrarlı sesini yükseltelim.
Nehirden denize, özgür Filistin!
“Sömürgecinin yaşadığı şehir, dayanıklı olması için taştan ve çelikten yapılmıştır. Işıklar içerisinde, asfaltlanmış bir şehirdir; çöp kutuları her zaman meçhul artıklarla doludur, hiç görülmemiş, hayal bile edilemeyecek şeylerle dolup taşar… Sömürgecinin şehri, insanın karnının tok, sırtının pek olduğu bir yerdir; tembellik yeridir; karınlar her zaman iyi şeylerle tıka basa doludur… Sömürge halkının şehri ya da en azından yerli şehir, siyah kölelerin köyü, eski şehir, adları kötüye çıkmış insanların yaşadığı, adı kötüye çıkmış bir yerdir. Orada, rastgele bir yerde, rastgele bir şekilde doğarsınız; rastgele bir yerde, rastgele bir nedenle ölürsünüz…” – Frantz Fanon, Yeryüzünün Lanetlileri
Yazı; Yeni Demokrat Gençlik dergimizin 20. sayısında yayımlanmıştır.