2020 yılı kimimizin birbiriyle mesafesinin arttığı kimimizin kendisi ile mesafesinin azaldığı bir yıl oldu. Aralık 2019’da ilk vakanın Çin’de görülmesi ile beraber, Covid-19 virüsü hepimizin hayatını doğrudan etkiledi. Peki ya LGBTİ+’ların hayatını nasıl etkiledi? Öncelikle, Türkiye’de ilk vakanın açıklanması ile birlikte işsizliğin arttığı, esnafın kepenk kapattığı, halkın ‘virüsten ölmesem açlıktan öleceğim’ dediği bir dönemde iktidar sadece sosyal yardımlar ile süreci yürütmeye çalışmış olsa da LGBTİ+’ların bu sosyal yardım hizmetlerine dahi erişemediğini çok iyi biliyoruz.
Okulların kapanması ile birçok genç LGBTİ+’nın hizmetlerden yararlanamadığı için aile evine döndüğünü ve orada fiziki-psikolojik şiddete maruz kaldığını, hatta intihar ettiğini biliyoruz. Hizmetlerden yararlanamayan seks işçisi trans kadınların pandemiye rağmen caddeye çıktığını, bu da yetmezmiş gibi keyfi para cezalarının kesildiğini, hatta konutlarının mühürlendiğini çok iyi biliyoruz. Virüse yakalanan LGBTİ+’ların sağlık haklarına erişemediğini, hastanelerde şiddete maruz kaldığını çok iyi biliyoruz. Biliyoruz, çünkü yaşıyoruz.
Özellikle Diyanet İşleri Başkanı Ali Erbaş’ın ‘Nefret Hutbesi’ ile LGBTİ+’ları açık hedef haline getirmesi bizlere bir kez daha devletin örgütlü bir nefret politikası olduğunu gösteriyor!
Her hedef gösterme bir sonrakinin tetikleyicisi oluyor
İstanbul sözleşmesinin LGBTİ+’lar bahane edilerek fesih edilmesi, gökkuşağının yasaklanması ve devlet yetkililerin açık nefret söylemleri bunu bir kez daha doğrulamış oldu.
Kadınların ve LGBTi+’ların mücadelesine ve kazanımlarına topyekun savaş açan erkek devlet, on yıllardır tüm dünyada kadınlar ve LGBTİ+’ların mücadelesi ile kazanılan, 2011 yılında meclis kararı ile Türkiye’nin taraf olan ilk ülke olduğu İstanbul Sözleşmesi’ni fesih ederek bu saldırıları son noktaya taşımıştır. Hayatlarımızın, varoluşlarımızın, bedenlerimizin, kimliklerimizin siyasette çerez olmasına izin vermeyeceğimizi bir kez daha hatırlatıyoruz. Sözleşmenin tartışmaya açıldığı geçen yazdan beri sokaklarda, meydanlarda, kampüslerde, işte, okulda, mecliste, kısaca yaşamın her alanında ‘İstanbul Sözleşmesi Bizim, Vazgeçmiyoruz!’ demiştik, bugünde fesih edilmiş olsa da yine aynı kararlılık ile hep bir ağızdan haykırıyoruz. Tek adamın bir gecede verdiği tek taraflı karar biz kadınlar ve LGBTİ+’lar nezdinde hükümsüzdür. Avrupa Konseyine yapılan bildirimden 3 ay sonrası yani 1 Temmuz da Türkiye ilk imzacısı olduğu sözleşmeden çekilmiş olan ilk ülke olacak.
1 Temmuz yaklaşırken kadınlar ve LGBTİ+’ların “1 Temmuz’da bize hak görmedikleri o hayatı durduracağız! İtaatsizliğimizle iktidarın bu gayrimeşru çekilme kararını aldığına pişman etmek için sokaklarda olacağız, sesimizi yükselteceğiz. Eşit yaşama hakkımızı yok sayarak adımıza karar alanlara bir kez daha ilan edeceğiz: Susmuyoruz, Korkmuyoruz, İtaat etmiyoruz – ne 1 Temmuz’dan önce, ne 1 Temmuz’dan sonra!” çağrısını da bir kez daha yinelemek istiyorum.
Ancak özel olarak ifade etmek gerekir ki; özellikle LGBTİ+’lara yönelik nefret saldırıları İstanbul Sözleşmesi ile başlamamıştır. Nefret hutbesinin başını çektiği bu süreci Boğaziçi Direnişi takip etmiştir. Cumhurbaşkanı kararnamesi ile Boğaziçi Üniversitesi’ne Melih Bulu’nun kayyum olarak atanması üzerine 4 Ocak’taki protestolar sonrasında yine LGBTİ+’lar hedef gösterilmiş, sosyal medyada linçe uğramış ve bunun sonucunda gözaltına alınmışlardı. 4 Ocak günü “Bizler hali hazırda üniversitelerin LGBTİ+’lar için güvenli bir alan olmadığını biliyoruz. Bu kayyumun ilk icraatı LGBTİ+’ları hedef almak olacak.” dediğimizde yanılmayacağımızı çok iyi biliyorduk, öyle de oldu. Kayyumun ilk icraatı BÜLGBTİ+’yı kapatmak oldu. Eğer kayyum BÜLGBTİ+’nın sadece bir kulüp olmadığını kavramış olsaydı belki de kapatmazdı. Çünkü BÜLGBTİ+ biziz, bir odaya sığdıramayacağınız kadar kalabalığız, rengarengiz ve çok güzeliz. E tabi ki buradayız! Alışın, gitmeyeceğiz!
LGBTİ+’ları kriminalize etmeye çalışan faşist-fobik devlet, LGBTİ+’ları yalnızlaştırmaya çalışıyor. İstanbul’da, İzmir’de Ankara’da, Adana’da ve Mersin’de 8 Mart öncesi kadın örgütlerine ‘Kadınlar ile sorunumuz yok. Sadece alana gökkuşağı bayrakları alınmayacak.’ diyen erkek-devletin bu taktiği yıllar önce nasıl boşa düştü ise bugünde aynı şekilde kadınlar ve LGBTİ+’lar taktiklerini boşa düşürdü. 6 Mart’ta saldırıya rağmen barikatları aşarak alana giren ve kürsüden erkek devletin polisini teşhir eden Kürt translar bu noktada bir kez daha yol gösterici oldular. Taksiye bindikten sonra önleri kesilen ve gözaltına alınan transların ‘bizi bırakmayın’ çığlığı, özellikle politik alanlarda Kürt LGBTİ+’lara neden daha fazla alan açmamız gerektiği sorusuna da cevap oldu.
LGBTİ+’lar ile Eşitlenip, LGBTİ+’lar ile Özgürleşeceğiz!
Yıllar önce Türkiye Sosyalist Hareketi’ne ‘Kürtlerden vazgeçin’ diyen devlet bugün kadın hareketinden de LGBTİ+’lardan vazgeçmesini beklemiştir. Şunu belirtmek gerekir ki eğer TDH Ulusal sorun konusunda net tutum almış olmasaydı ya da birleşik mücadele zeminini oluşturmamış olsaydı bugün, sonunu kendi elleri ile hazırlamış olurdu. Bizler, Kürt ulusunun kendi kaderini tayin hakkını hakim ulus milliyetçilerinin karşısında netlikle durarak savunan İbrahim Kaypakkaya’nın gerçekleştirdiği kopuşu, mirasçıları olarak devam ettiriyoruz. Kaypakkaya, nasıl ki yıllar önce ulusal sorunu konuşmaktan çekinmediyse bizler de bugün LGBTİ+’ları konuşmaktan çekinmiyoruz. Yeniden farklı bir şekilde bu kopuşu gerçekleştiriyor, özneler için daha fazla alan açmak ve eşitlenmek için adımlar atıyoruz. LGBTİ+’lar ile eşitlenip, LGBTİ+’lar ile özgürleşeceğiz.
Özellikle pandemiyle birlikte LGBTİ+’ların güvenli alanlarının gasp edildiği, gecelerin ve sokakların daha da güvensiz hale geldiği bu süreçte sadece evlerimizi değil geceleri, caddeleri kısaca var olduğumuz her yeri daha güvenli kılacağız. Sokaklarımızı kapatsanız da, evlerimizi mühürleseniz de unutmayın ki sokak; trans+’dır. Sokak lezbiyen, gay, bi+, inter+’dır. Bazen çark attığımız, bazen güllüm alıktığımız; kimimizin evi kimimizin tehdidi olan, kimimiz için geceleri daha aydınlık kimimiz için gündüzleri daha karanlık olan sokaklarımızdan vazgeçmeyeceğiz. Sokak biziz, sokaklar bizim!
Stonewall’dan Ülker sokağa; Esat-Eryaman’dan, Bayram sokağa; Miss sokaktan; ODTÜ’ye, Boğaziçi Üniversitesi’ne yaşam alanlarımızdan vazgeçmeyeceğiz. Bir kez daha hiçbir trans+’nın yaşam alanlarından kovulmaması, elinde olanın gasp edilmemesi için daha fazla örgütleniyoruz. Ve hiçbir şeyi zamana bırakmıyoruz. Ya şimdi ya hiç! Geleceğimizi zenginlere, kazanımlarımızı cis-hetero patriyarkaya yedirmeyeceğiz!
Yazı; Yeni Demokrat Gençlik dergimizin 16. sayısında yayımlanmıştır.