AKP, Gençlik Kolları üzerinden 2023 seçimlerinde ilk defa oy kullanacak gençlere yönelik hazırladıkları proje dahilinde, gençlerin aileleriyle temasa geçeceklerini ilan ediyor. Bu ilan bir başlangıç olarak ifade edildiği gibi elbette bir sonuca da işaret ediyor. Z kuşağı olarak adlandırılan kesimin özgün süreci ve niteliğiyle birlikte hem Türkiye’de hem de dünya çapında değerlendirmeler yapılıyor. “Yeni teknoloji ve iletişim ortamlarını gündelik yaşamlarına uygun hale getiren çocuklar ve gençler, bunu bir yandan öğretmenlerin, ailelerin ve kurumların kontrolünden çıkmak için taktiksel olarak cep telefonlarına ve internete başvururken, bir yandan da sosyal medya hesaplarını kullanarak farklı kültürel değer sistemleri arasında gidip gelerek, refleks olarak gündelik hayatta kendilerini yaratıyor ve yeniden yaratıyorlar.” Bu hal geleneksel olana karşı kendi anlayışını, kendi yaşam tarzını uygulama isteği yaratıyor. Yaşam tarzının veya isteğinin ne olduğunu yazı kapsamının dışında tutarak, Z kuşağının “hayır” demeyi bilen bir düşünce sistemine sahip olduğu fikrine varabiliriz. Günceldeki kuşak farklılaşmasını yok saymadan değinilmesi gereken önemli nokta; eski ile yeninin, yaşlı ile genç arasındaki çatışmanın bugüne özgü olmadığıdır. Z kuşağı kavramı 2000 ve sonrasında doğan gençleri ifade ederken tartışmaya mahal veren konunun tüm tarih boyunca geçerli olduğunu ifade etmek gerekir. Yani yeninin, mevcut olanla ve geçmişle olan çatışması. Özellikle belirtmek gerekirse 68 kuşağının öznesi olan, dinamiğini sağlayan dönemin genç nüfusudur. Bu okumayı pek çok toplumsal harekette yapabiliriz.
Alışılmış olanı alışmayanlar, tahammül toplumunu tahammül edemeyenler, reddedenler değiştirebilir. Bu doğrultuda yenilik ve değişim genç kesimlerle birlikte inşa edilir. Veyahut gençlerden beklenir. Teorik olarak böyle olduğu gibi pratik de içerisinde bunu barındırmaktadır. Güncelde en somut örneğini Boğaziçi’nde başlayan ülke çapına yayılan direnişte görebiliriz. Başlangıcı Boğaziçi Üniversitesi’ne atanan kayyum rektör olarak tarihe not düşse de kapsamı bundan fazlasıdır. Bir seneyi aşkındır yaşanan pandemi süreci içerisinde ve öncesinde biriken öfkede kökleri bulunmaktadır. Değinmek gerekirse pandemiyle hayatımıza giren uzaktan eğitimle birlikte, altyapısı bulunmayan bir işleyişle eğitime ulaşımın zorlaştığı süreç yaşandı-yaşanıyor. Halka eğitimi ücretsiz ve ulaşılabilir kılmak istediğini ilan eden “sosyal” devlet anlayışı kendi özüne yakışanı yaptı ve eğitimden ilk elediği yoksul ve özellikle kırsal alanda yaşayan öğrenciler oldu. Benzer örneğini ise ekonomik krizin faturasının işçilere-emekçilere kesilmesinde görebiliriz. Aynı gemideyiz çağrısı bir rıza almaktan ziyade dümeni tutanların kimleri feda edeceğinin duyurusunu oluşturuyor.
Direniş yasalara değil meşruluğuna dayanır
Kayyum pratiğine yoğun bir şekilde tanık olmamız T.Kürdistan’ı bölgesindeki belediyelere yapılan gasplarla başladı. Seçimle gelmeyi göklere çıkaranlar tarafından seçimle gelenlerin tasfiye edilmesini yaşadık. Büyük bir toplumsal tepki ve güvensizlik ortamı yarattı. Etkileri her adımda kendisini gösteriyor. Boğaziçi’ne atanan kayyum da benzer nitelikleri içermesiyle, doğalında Kürdistan belediyelerine atanan kayyumlara tekrar dikkat çekti ve geniş kesimleri kayyumlara karşı tavır aldırttı. Sürecin gelişmesinde önemli etkilerden biri de kadın ve LGBTİ+ renklerinin yoğun bir şekilde kendisini göstermesiydi. Tüm sistem kadınlara ve LGBTİ+’lara karşı örgütlenirken özneler karşı duruşunu etkili olarak sürdürüyor. Sadece kolluk kuvvetleriyle çatışmaktan söz etmiyoruz, toplumu değiştirip dönüştürecek sürecin içerisinde olunduğunu söyleyebiliriz. Kayyumlara karşı gelişen süreç gençlik direnişine dönüşürken içerisinde nasıl potansiyel ve yaratıcılık olduğunu pek çok pratikte gösterdi. İstanbul, İzmir, Ankara başta olmak üzere pek çok şehirde pandemi koşullarına ve üniversitelerin kapalı olmasından kaynaklı var olan dağınıklığa rağmen, sürecin oldukça görkemli geçtiğini söyleyebiliriz. Tutuklanan veya ev hapsi verilen öğrencilere rağmen direniş iktidarın beklentisinin tersine sönümlenmeyip güçlenmiştir. Öğrenciler bir araya geldiğinde oluşturabilecekleri tehlikeden çekinilerek otobüsler de, metro çıkışları da ara sokaklar da, öğrenciler alanlara çıkamasın diye ablukaya alındı. Bine yakın kişi gözaltına alındı.
Direniş yasalara değil meşruluğuna dayanır. Tam da bu anlayışla direnişlerin anlaşılması ve geliştirilmesi gerekiyor. Yasal prosedürlere öncelikle iktidar tarafından uyulmadığı durumda bizler haklarımızı kullanmak için değil haklarımızı genişletmek için sokaklarda olmalıyız. Verilenin bir çırpıda alındığı süreçte sadece gerçekliğimiz ve dayandığımız meşruluğumuz bizleri sokaklarda tutabilir. Bugün bir kararnameye karşı çıkmak tümden iktidara, devlete kafa tutmak anlamına geliyor. Peki bu gerçekliğe uygun örgütlenebiliyor muyuz? Örgütlenebildiğimiz anlarda başarılı işler yapabildiğimiz aşikar. Kayyum karşıtı tutumu bir kampanya üzerinden ilerletmek amacıyla başlatılan Bundan Sonrası Hepimizde kampanyası politik olarak doğru noktaya dikkat çekerken pratikte tutuk kalındığını itiraf etmek gerekiyor. Bu durumda süreç hareketli geçirilirken her şey iyi veya süreç durgun giderken her şey kötü demeden, bir bütün süreçten öğrenmemiz lazım. Sürecin ortaya çıkardıkları, çelişkiler çözülmeye çalışılmadığı takdirde, yok olmayacağını bilerek ders alıp hareket edilmeli. Zira bir yandan yeni süreçlerin yeni direnişlerin yaklaştığı unutulmamalı. Boğaziçi direnişi ve onun önünü açtıkları, sistemi de buna göre konumlanmaya itiyor.
AKP-MHP ittifakı uzun yıllardır iktidarda olmasına rağmen, uygulamalarını devlet tarihinden miras alarak sürdürdüğü tekleştirme operasyonu nihai hedefine ulaşamamıştır. Türlü politikasına yaptırımına rağmen kitleler direnmeye devam ediyor. Gençlik üzerine yeni bir cezalandırma politikası olarak 9 Nisan’da Resmi Gazete’de Gençlik ve Spor Bakanlığı Yurt Hizmetleri Yönetmeliği’nde yapılan değişiklikler yayımlandı. Yapılan değişiklikler doğrultusunda, öğrenci kasten işlenen bir suçtan dolayı 6 ay veya daha fazla süreyle hapis cezasına çarptırılmışsa yurtlara giremeyeceği ifade ediliyor. Öğrencilerin yurtlara girebilmesi için şart olarak belirtilenler ise; Devletin güvenliğine karşı suçlar, anayasal düzene ve bu düzenin işleyişine karşı suçlar, Cumhurbaşkanına hakaret, devletin egemenlik alametlerini aşağılama, Türk Milletini, Türkiye Cumhuriyeti Devletini, Devletin kurum ve organlarını aşağılama, kamu barışına karşı suçlarından mahkûm olmaması gibi koşulları sıralanmaktadır. Aynı Resmi Gazete’de yurtlara kayıtlı bulunan öğrenciler için ise disiplin cezası olarak verilen yurttan uzaklaştırmanın gerekçesi olarak da aynı suçlar belirtilmektedir. Bahsedilen suçlar son zamanlarda muhalif kesimlere temelsiz olarak itham edilen ve hatta ceza verilen suçlardır. Adalet anlayışının ne kadar tahrip edilmiş olduğu ortadayken bu tür göreceli suçların şart koşulması niyeti de ortaya seriyor. Bir tweetle devletin egemenlik alametleri aşağılanabilirken, haklarını isteyen emekçiler, uluslar, gençler, kadınlar, LGBTİ+’lar bir basın açıklaması yapmak istediğinde kamu barışını bozabiliyor! Esasında düşünce özgürlüğü kapsamında ifadelerde bulunmak istendiğinde veya yolsuzluklar sorulduğunda birilerine hakaret edilebilirken, bahsedilen suçların neyi ve kimleri korumak için ortaya atıldığı gayet açık anlaşılmaktadır. Okulundan yurduna kadar her yerde siyaset yürürlükteyken gençlerin muhalif olarak siyasi söylemde bulunması dahi yasaklanıyor.
Ya kariyer sahibi olursun, sisteme uyarsın, ya da hiçsin!
Gençlerin akıllarına yönelik bir itekleme var; sistemin çarklarına hizmet edilmesi gerektiği iteklemesi; uyum sağlanmadığında basınca, baskıya dönen… “Kariyer” sahibi “başarılı” birey olmak gerektiğini aksi durumda “hiç” olunacağının öğüdü sistem aygıtlarınca, bazen rektör, bazen ceo, bazen politikacı vb. unvan sahiplerince takdim ediliyor. Bir çağrıda bulunulur, çalışmak ve çalışmak. Özünde ise ezmek ve ezmek. Bu çağrıya uyulmadığında “potansiyel başarısız”, “aykırı”, “uyumsuz” olunuyor. Uyum sağlayamamak yalnızlaştırıyor, hali hazırda darlaştırılmış yaşam görüşü, farklı ihtimalin olabileceğinin düşünülmesini dahi engeller hale geliyor. Alternatifler için mücadele etme gücünü insandan almak arzusuyla sistem ve onun parçası haline gelmiş “toplum” rıza üretmek için baskı oluşturuyor. Bu sıkışmışlık içerisinde kalan, çözüm üretemeyen veya çözümü uygulama gücünü kendisinde bulamayanlar ise intihar ediyor daha doğrusu ettiriliyor. İnsanların karşısına çıkan genelde intihar haberleri oluyor. İntihar nedenlerinde sistemin, toplumun payı flulaştırılıyor. Ekonomik sorunları veya psikolojik sorunları vardı denilerek sanki bunlar basit nedenlermiş de, bir bütün emperyalist-kapitalist sistem ve onun ürünleriyle ilişkisi yokmuş gibi davranılıyor. Özellikle psikolojik olanlara sanki sorunu yokmuş da uyduruyormuş gibi yaklaşılıyor. Bir sorunun, hastalığın elle tutulamıyor olması doğrudan çözümü, tedavisi olmaması onun olmadığı anlamına mı gelir? Psikolojik sorunumuzun olması sorunumuzun olmadığı anlamına mı gelir? Sorunlarımız birbirleriyle kopamayacak bağlarla bağlıyken çözümün de karmaşık ve zor olacağı tahmin edilebilir.
Özenilen bir Avrupa yaşantısı gündemdeyken hatta pratik olarak da bir şekilde Avrupa’ya gitme çabası oldukça tanık olduğumuz bir durum. Evet Avrupa ülkelerinin yaşam standardı Türkiye’ye göre yüksektir. Avrupa burjuva demokrasisi veya burjuva sistemin halka vadettiklerinin Türkiye’ye kıyasla ileride olduğu söylenebilir. Nasıl oluyor da kapitalist sistemin o kadar gelişmiş hali gençler için albenili oluyor? Sorun Türkiye’de kapitalist sistemin yeterince gelişmemiş olması mı? Siyasi iktidarın başına buyruk işleri mi bizi memnuniyetsiz eden? Elbet sorular bu şekilde gidebileceği gibi cevaplar da uzun uzadıya konuşulmalı. Sorun ne bir soruyla somutlaşabilir ne de bir cevapla eritilebilir. Bizim açımızdan önemli bir yönüne değinmekte fayda var. Her toplumun kendi özgün tarihi; üretimi, bölüşümü bulunuyor, sınıflı sistem alt üst olmadığı sürece de bir mücadele söz konusu. Avrupa burjuvası halka “refah” sunuyor deniyorsa nedenleri tarihte, sınıf mücadelesinde aranmalı. Türkiye’deki sistem halka yoksulluktan başka bir şey vermiyorsa yine tarihine bakılmalı. Kapitalist sistemin azgınca yayıldığı ve farklı bir nitelik kazandığı yıllarda burjuvaların pazar kavgası 1. Emperyalist paylaşım savaşında somutlaşmıştı. Bu yıllarda farklı bir alternatifin pratiği de kendisini hazırladı ve gösterdi. 22 Şubat 1848’de işçi ve öğrenci ayaklanması ile başlayan devrim kısa sürede tüm Avrupa’ya yayılmış ve pek çok monarkın tahtını sarsmıştı. 1871’de Paris Komünü, Avrupa’nın ortasında ezilenler için büyük bir tecrübe, kapitalistler için korku bıraktı. 1917 Ekim Devrimi ülkesinde altüst yaratmakla kalmadı dünyanın tamamını etkileyen bir domino taşının başı oldu. 1 Ekim 1949’da devrim en kitlesel formunu Çin’de gösterdi… Doğrudan cephe savaşı “bitti”, kapitalist-emperyalist sisteme dünya çapında ideolojik-pratik anlamda darbe vurulmasının etkileri kaldı. Yok olmakla karşı karşıya kalan kapitalistler, Avrupa’da barbarlığını en azından kendi içerisinde kısmen dizginlemek zorunda kaldı. Daha da sadeleştirmek gerekirse bugün Avrupa ülkelerinde övülen ne varsa bunlar kapitalizmin verdikleri değildir. Bunlar ezilenlerin almayı başardıklarıdır. Peki Türkiye tarihi bu etkiden azade midir? Elbette değildir. Türkiye gibi ülkelerde potansiyel “tehditler” yetmez. Türkiye’de somut direnişler geçerlidir. En somut örneği ise 15-16 Haziran Direnişi’dir, Gezi’dir. Emeğin potansiyel gücü örgütlü olduğunda, harekete geçtiğinde, sistem için işleri zora soktuğunda kazanımlar elde edebilir. Gençlik de bu minvalde kazanım elde etmek için potansiyel enerjisinden fazlasını ortaya koymalıdır. Gerekli yoğunlaşma, direniş yaşanmadığında bu iktidarı cüretlendiriyor. İlerleyen süreçlerde ve bugün olduğu gibi bir kayyumun geri adım atması, devletin geri adım atması anlamını taşımak zorunda kalıyor. Böylelikle de işleri ezilenler açısından zorlaştırıyor. Avrupa tarzı burjuva demokrasisinden uzak bir yaşam sürdürürken şunu dillendirmek gerekiyor ne Türkiye’de ne de başka bir yerde ezilenler tarafından iktidar ele geçirilmediği sürece ve peşinden nihai hedefe ulaşmadan sorunlarımızın kökten çözülmesi mümkün değildir.
Görece refahın ve demokrasinin olduğu yerlerin emperyalist niteliği ele alındığında sistemin özündeki barbarlığın sürdüğünü pek ala görebiliriz. Tarihimiz bizlere büyük direniş örnekleri bırakırken bir yandan da büyük işleri omuzlarımıza yüklüyor. Potansiyelimiz bizlere umut ve güç veriyor. Mesele enerjimizi nereye kullanacağımız sorusuyla çözülüyor. Niteliksel farkları ne unutarak ne de gereğinden fazla irdeleyerek, bütünleştirici yönelimlerin ortaya çıkarılmasıyla başarılı işler yapmamız mümkün. Türlü cephesi bulunan mücadelenin bir ucundan tutup, genç omuzlarımızla yüklenmemiz gerekiyor. Fedakarlık yapmaktan çekinmeden direnişi yükseltmemiz gerekiyor. Son olarak Başkan Mao’dan alıntılayarak “on bin yıl çok uzun/sarıl güne/sarıl saate.”
Yazı; Yeni Demokrat Gençlik dergimizin 16. sayısında yayımlanmıştır.