Birçok canlı türü, varoluşundan bu yana özünde temel ihtiyaçlarını karşılayabilmek amaçlı gruplaşma/örgütlenme pratiği içerisinde bulunmuştur. İlkel çağdan bu yana bu örgütlenmenin farklı kalıpları, farklı hiyerarşileri nedeniyle farklı tanımlar gerektirdiğinden değişik isimlerle anılmıştır. Kabilelerden uluslara, küçük kabile alanlarından büyük ülke sınırlarına varan sancılı süreçte, sancıdan kurtulmak isteyen ve sancının devam etmesinden kendini var eden sınıflar oluşmuştur. Dönemin üretim araçlarına hakim olan sınıfların isimleri değişip bilinçsel olarak bir önceki hiyerarşiye göre ilerici olsa da, egemenliklerini sürdürebilmesi için sınırlı bir ilericilikten öteye geçmemişlerdir. Bu çerçevede asıl sorunu yaşayan sınıflara karşı gerici yüzlerini göstermeleri hâkimiyetlerinin dayanağı, varolmalarının temelini oluşturmuştur. İlk örgütlenmelerden bu yana dünya nüfusunun artmasıyla başta temel ihtiyaçların, sonrasında dönemine göre farklılaşan ihtiyaçların karşılanmasındaki güçlük, aynı zamanda kitleleri kontrol etmekte zorluk çıkaran sınıfsal çelişkiler, kabileler arası savaşlardan uluslararası savaşlara neden olmuştur. Tarihi ve nüfussal gelişim süresi içerisinde kitlelerin ezici gücünü hâkimiyet altına alıp yönlendirebilmek için “hurafe” niteliğinde farklı düşünceler ve inanışlar ortaya atılmıştır. Hâkim kesimlerin çıkarları doğrultusunda ilerleyen, aslında hiçbir gerçekliği olmayan bu akımlar savaş meydanlarında kanla beslenerek ve daha fazla kan akıtmakla somutlaşabilmiştir.
Yaşadığımız tarih içerisinde dünyada kapitalist-emperyalist sistem önemli ölçüde boy gösterirken Türkiye’de ve bazı ülkelerde yarı-feodal yarı-sömürge yapı varlığını sürdürmektedir. Toplumların bilinçsel gelişimi ve üretim araçlarının geriliğine göre etkinliğini arttıran ve şeklini değiştiren bu akımlar insanlığın ilerlemesinde de engel yaratan karşı akımlardır.
Dünyada kapitalizmin ilerlemesiyle ve ulus yapısının oluşmasıyla ulus devletler doğrultusunda milliyetçilik akımları ortaya çıkmıştır. İlk dönemler zararsız olan milliyetçilik, kendi karakterini tamamlayıp burjuvazi kontrolüne girdiğinde ise insanı insandan soyutlayan, düşman eden, ulusların birbirlerine kin gütmesini sağlamasıyla görevini yerine getirebilmiştir.
Bir diğer önemli düşünce ise “vatanseverlik”; yapay bir şekilde yaratılmış ve yalanlar ile yanlış söylemlerin birbirini beslemesinden kaynağını alan bir hurafedir. İnsanı özgüven ve değerlerinden soyutlarken, ona kibir ve anlamsız gurur katan boş bir hurafe.
Milliyetçilik ve vatanseverliğin şovenizm ile paralel ilerlediği günümüzde; bazı özel parçalarda doğma şansına sahip olanlar, başka bir parçada ikamet edenlere göre kendilerini daha üstün, asil ve akıllı gö¬rürler. Bu yüzden de o seçilmiş parçada yaşayanların üstünlüklerini başkalarına göstermek amacıyla kavga etmek, öldürmek ve ölmek gibi görevleri vardır. Çocukluklarından itibaren beyinleri kan dolu hikâyelerle doldurulur. Çocuk, yetişkinliğe eriştiğinde kendisini Tanrı tarafından, kendi ülkesini bütün yabancıların saldırı ve istilalarına karşı savunmak amacıyla seçilmiş olduğu düşüncesiyle doldurulmuş bulur. Ama şovenizm, refahı ve gücü temsil edenler için değildir. Halka karşı bir silah olarak düşünülmüştür.
Osmanlı’dan Türkiye Cumhuriyeti’nin kurulmasına ve oradan günümüze kadar hâkim ulus ya da hâkim din, azınlık durumundaki ulusları ve dinleri sistematik olarak baskı altına almak, yok etmek gibi niyetleri hep olmuştur. Bu niyet Rumlar, Ermeniler ve Hristiyanlar başta olmak üzere önemli ölçüde kendisini somutlaştırabilmiş, Kürt ulusu üzerinde de hala devam eden baskı altına alma, asimile etme çabaları, katliamlarla kendisini Kürt ulusuna dayattı/dayatmaktadır.
Üstün olma isteğinin getirdiği “sarhoşluktan” olacak ki kendisinden başkasını tanımamak olarak, başta Kürt ulusu olmak üzere diğer azınlık ulusları ve inançları yok saymak olarak can bulmuştur. Bir dönem kendi çıkarları doğrultusunda “çözüm paketleri” açıp “çözüm süreci”ne girenler kendi paketleri ellerinde kalınca “Kürt sorunu yoktur” “Kürtlerin sorunu vardır” diyerek, oturdukları koltukları terk etmişçesine konuşabilmişlerdir. Yine aynı dönemlerde Alevilik hakkında paketler getirip, paketin içerisinden iki etkin mezhep olan Sünnilik ile Alevilik arasında değil, devlet ile Alevilik arasında sorun olduğunu teşhir etmiştir. RTE “Ali’yi sevmek Alevilikse eğer, bende Aleviyim” diyerek Aleviliği basitleştirmek istemiş, Sünniliğin arkasına yedekleme çabalarıyla, kutuların dibinden de bir şey çıkmayınca meclislerine geri götürmek zorunda kaldılar. Buradan da anlaşılması güç olmadığı gibi, T.C. devletine Türk ulusunun Sünni mezhebi hâkimdir. Hâkim devlet sisteminin bugün ki yüzü olan AKP ve R.T. Erdoğan bu iç yüzünü TC’nin geçmişinden almaktadır. “Kemalist diktatörlük, Türk şovenizmini körüklemeye girişti. Tarihi yeni baştan kaleme alarak, bütün milletlerin Türklerden türediği şeklinde ırkçı ve faşist teoriyi piyasaya sürdü. Diğer azınlık milliyetlerin tarihini, kitaplardan tamamen sildi. Bütün dillerin Türkçeden doğduğu şeklindeki Güneş Dil Teorisi safsatasını yaydı. “Bir Türk dünyaya bedeldir”, “Ne mutlu Türküm diyene” cinsinden şovenist sloganları ülkenin her köşesine, okullara, dairelere, hapishanelere vs. soktu. Böylece çeşitli milliyetlere mensup işçiler ve emekçiler arasında milli düşmanlık ve kin tohumları saçtı; işçilerin ve emekçilerin birliğini ve dayanışmasını baltaladı. Türk işçi ve emekçilerini, kendi şovenist politikalarına alet etmek istedi.” (İbrahim Kaypakkaya, Bütün Eserler, sayfa:360, 361)
Bugün de şekilleri değişik olsa da, amacı ve niteliği aynı olan politikalar halka sirayet ettirilmek isteniyor. “Çözüm süreci”nin çözümsüzlüğünün anlaşılmasından bu yana sistematik olarak arttırılan Türk şovenizmi, öz yönetim direnişlerinde gerçekleştirilen katliam ve buna duyulan hayranlıkla kendisini gösterdi.
15 Temmuz “darbe girişimi” sonrası tüm yurtseverlere, devrimcilere ve demokratlara saldıran, yaptığı her şeyin “mübah” olduğu düşüncesini kitlelere enjekte ederek halen devam ettirilmektedir. Kendi yarattıkları “milli kahramanlar” ile “devlet adamları” için ölmek ya da öldürmek kutsallaştırıldı. Anaokullarından üniversitelere kadar, kendi tekellerine aldıkları alanlarda şovenizmin her alana sirayet etmesi sağlanmaya çalışılmaktadır. 15 Temmuz’la birleştirilen “vatan, millet” sloganları kitlelerin ne yönde ilerlediklerini, aslında insanlık açısından gerilediklerinin farkına varmasını engelliyor. Psikolojik hastalık kıvamındaki milli şuursuzluk; tankların önüne yatıp, ama ne için orada olduğunu bilmemek, asıl çelişkileri yakalayamamış olmak şeklinde gündemimizdedir. Gittikleri her alanda, buldukları her mikrofona haykırıyorlar; “tek millet, tek bayrak, tek vatan, tek devlet”. Egemenler için bu sloganın manevi hiçbir karşılığı yoktur. Onlar için önemli olan bu maneviyatı kitlelere enjekte etmektir. “Savaş, kendi savaşlarını yürütemeyecek kadar korkak olan iki hırsızın kavgasıdır; bu yüzdende bir bir köylerden oğlanları alırlar onlara üniformalar giydirip, onları silahlandırır ve sırtlarını sıvazlayarak vahşi canavarlar gibi birbirlerini öldürmelerini sağlarlar.”
Irak Kürdistanı’nda gerçekleşen referandum Kürt ulusunun menfaati yönünde sonuçlanmıştır. Türkiye, önemli ölçüde Kürt nüfusunu ve bölgesini sınırları içerisinde bulundurmaktadır. Bağımsız bir Kürt devletine sınırı olan üstelik yönetimlerinde söz sahibi olmayan, hâkim ulus tarafından her türlü dışlanmaya maruz kalan kitlelerin coşkulu direnişlere gebe olduğunu öngörmek hiçte zor değildir. Türk hâkim kliklerinin gelecekteki çıkarları açısından balta işlevi taşıyan bağımsız Kürt devleti, Türkiye ve KDP arasında sancılı dönemleri uzatacaktır.
Dünya çapında esen “sağ rüzgar” Türkiye’ye geldiğinde hem ülkenin gelişmişlik açısından geri olması, hem de Türkiye’nin ve Ortadoğu’nun kozmopolit yapısı nedeniyle kolaylıkla kasırgaya dönüşebiliyor. Yıllardır kan kokusu eksik olmayan Ortadoğu, yaklaşana kandan ve acıdan paylarını çekinmeden veriyor. Rojava devrimiyle rahatlamaya başlayan bölgeler, kandan ve acıdan beslenenlerin alanlarını daraltmasıyla gözleri üzerine çekiyor. Asıl gözler, kendi güçlerini oluşturmayı başaran Kürt ulusu ve dünyanın dört bir yanından gelen enternasyonal savaşçıların ilerlemesine ve hedeflerinin ne olduğuna dikilmiştir.
Ortadoğu’nun ateşi taraf tutanı da tutmayanı da yakıyor. T.C bu ateşten faydalanmak isterken her adımında bir kucak dolusu sözler söylerken her defasında kesik kelimelerle geri adım atmak zorunda kaldı. Ortadoğu bu, “kimler kimler” geldi geçti. Demem o ki kendi ülkesinde istikrara sahip olmayan, yüzde 50’si destek verirken yüzde 50’si karşısında olan bir idare koltuğu sahipleri, idare binasından çıkmasa daha iyi olur. Ki çıkmıyorlar da, idare binalarından yaptıkları yönlendirmelerle kitle ulaşım araçlarına sahip olmanın rahatlığıyla ulusları birbirine düşman etmek için, egemenlerin çıkarları için ölen gençlerin “şehit oldular” şeklinde lanse edilmesiyle ağlayan insanları odaklayarak yaptıkları yayınlar ile ne yapmak istedikleri bellidir. Haber spikerlerinin Kürt ulusundan bahsederken nasılda ağızlarından köpükler saçtığını da görmekteyiz. Şovenizmi körükleme çabaları belirli ölçülerde yaşam bulabilmektedir. Mesela Irak Kürdistanı’nda yapılan referandumda bölgedeki Türkmenleri bahane ederek propaganda yapan T.C aynı zamanda Türkmenleri de kışkırtarak, çelişki yaratarak hazımsızlıklarını giderebileceklerini hesaplamış olmalılar. Türkiye’deki eğitim sisteminden kaynaklı olacak ki hesapları doğru çıkmadı. Daha fazla hazımsız olan bir grup hilal bıyıklıda Kerkük’e yola çıkacaklardı. Gelin görün ki ondan da çark ettiler.
İzmir’den bir YDG’li