12 Eylül darbesinin bir ürünü olarak 6 Kasım’da kurulan YÖK’ün 41’inci yıldönümündeyiz.
Yükseköğretim Kurulu (YÖK), yakın tarihsel süreçte beraber kurulduğu kurumlar veya yürürlüğe sokulan uygulamalar gibi 12 Eylül 1980 Askeri Faşist Darbesi’nin hem sonucu hem de bu darbenin yapılma nedeniydi.
1980 Askeri Faşist Darbesi, yine 1980 tarihli 24 Ocak kararlarının uygulanması ve bunların uygulanmasının önündeki engellerin “yok edimesi”ni amaç edinmekteydi. 24 Ocak kararları, neo-liberal politikaların ülke yönetiminde tesis edilmesi demektir. Bu neo-liberal politikalar, dünyanın geri bıraktırılmış, yarı sömürge ülkelerinde eksiksiz hayata geçirilebilmesi için Türkiye’dekiyle aynı dönemde ve aynı yöntemlerle askeri darbelerle zor, şiddet ve kanla getirildi.
Bu nedenle geçmişten bugüne YÖK’ün varlık nedenini anlamak, ona karşı mücadeleyi büyütmek için neo-liberal politikalarla piyasalaşmayı ve bunun askeri faşist darbeyle olan ilişkisini bilince çıkarmamız gerekmektedir.
24 Ocak kararları ile ülkede var olan hemen her şey, aşırı kar amacını merkeze alarak sermayenin lehine dönüştürülmesiyle şekillendirilmiştir. Kamu kaynaklarından halka dönük zaten az olan harcamaların sıfır düzeyine çekilmesi, ücretlerin düşürülmesi, serbest döviz kuru gibi uygulamaların getirilmesi, IMF ve Dünya Bankası’na sonuna kadar riayet edilmesi gibi birçok karar 24 Ocak kararlarına rengini veriyordu.
Buradaki amaçların ilki sermayenin kar marjını yükseltmekti ve bunun tek koşulu da işçi ücretlerini düşürmekti. Bunu gerçekleştirebilmek için sendikal faaliyetler ve toplu sözleşmeler kısa süre içerisinde yasaklandı. Böylece 24 Ocak’ın hemen sonrası işçi ücretlerinde ciddi bir düşüş yaşandı. Askeri faşist darbe sonrasında ise; 1979’da imalat sanayiinde aylık reel ücret 1851 TL iken 1980’de 1422 TL’ye düşmüş, 1988’e gelindiğinde ise 1977’yle kıyaslandığında işçi ücretleri %55 oranında düşürülmüştür.
12 Eylül Askeri Faşist Darbesi ve uygulamaları, temelinde neo-liberal dönüşümü alan 24 Ocak kararlarıyla şekillenmiştir.
Bunun en büyük itirafı S. Demirel tarafından yapılmıştı. S. Demirel, Dünya Bankası ve IMF’nin direktifleriyle çalışan Turgut Özal’ı darbenin baş mimarı Kenan Evren’e önerdi. Askeri Faşist Cunta’nın kurduğu yeni kabinede Turgut Özal’ın görev almasına izin veren S. Demirel süreci şöyle açıklamıştı: “Şimdi bizim başladığımız ekonomik olayı devam ettiriyorsunuz. Çok iyi, başka çıkar yolu da yoktu. Doğrusu budur. Bunu devam ettirirken de Sayın Özal’a sahip çıkın, diye Kenan Evren’e haber gönderdim.”.
Bu gelişmeler, 12 Eylül darbesinin ve sonrasında cunta yönetimin sistemin dışından değil, bizzat sistemin içinden, sömürü sisteminin restorasyonu ve devamı için yapıldığını göstermektedir.
Sermaye endeksli bu uygulamalar eğitime de ilk elden yansıtıldı. Bir tarafta ırkçı faşizan uygulamalar, diğer tarafta burjuva ideolojiyle bezenen sahte bireysel kurtuluş söylemleri, eğitimden ihraçlar, derneklerin kapatılması, idamlar, infazlar, tutuklamalar eşliğinde ülkedeki eğitimde kökten şekillendiriliyordu.
İlk önce 3 bin 854 öğretmen ve 120 öğretim üyesi ihraç edildi. TÖB-DER’li binlerce öğretmen sürgünlerle karşılaştı ve bir yandan bu süreç işletirken diğer yandan 24 Kasım, “Atatürk Yılı” ilan edilen 1981’de ırkçılıkla yoğurulan öğretmenler günü olarak lanse edildi.
Kenan Evren, Erzurum konuşmasında dini yükselecek toplumsal mücadeleleri daha başından zayıflatmanın bir aracı olarak kullanma fikriyle “artık yeni aldığımız bir kararla ilk ve ortaokullara, liselere mecburi din dersi konulacaktır” dedi.
Bu süreçte darbecilerin baskısıyla lig maçlarında faşizmi pompalamak adına milli marş okunması zorunlu bir uygulamaya dönüştürüldü.
Tüm bunlarla beraber ideolojik saldırılarda dahil olmak üzere, askeriye ve sermaye eliyle gerçekleştirilen saldırıların üniversitelerdeki adı 1981’de ilan edilen ve 1982 Anayasası’nda resmileşen YÖK oldu.
YÖK kurulduğu günden bu yana akademik personeliyle, araştırma konularıyla, bir bütün yapısıyla üniversiteleri baştan sona sermayenin ihtiyaçlarına göre düzenleyen bir kurum olmuştur.
YÖK 1981 sonrası günden güne sermaye ile daha fazla uyum yakalayabilmek için kendini restore etti. Bu sürecin en büyük örneği, 2012 yılında Yeni YÖK Yasa Taslağı ile kendini gösterdi. Bu taslak aynı zamanda egemen güçlerin üniversitelere dönük uzun vadeli ve kapsamlı saldırılarını daha berrak bir şekilde görmemizi sağlamaktadır.
2012 yılı başta faşist AKP olmak üzere bütün düzen partileri ve sistemin tüm kurum-kuruluşları, darbeyle sözde hesaplaşma sürecine girmişti. Ancak ne hikmetse darbeyle hesaplaşma adına getirilen yeni her şey 12 Eylül Askeri Faşist Darbesi’nin felsefesi ve uygulamalarını derinleştiriyordu.
Yeni YÖK Yasa Taslağı’da güya darbeyle hesaplaşıyordu ama Yükseköğretim kurumlarını daha fazla merkezileştiriyor/hiyerarşikleştiriyor, akademik özgürlüğü daha fazla baskılıyor ve adına “özerklik” dedikleri süreçle üniversiteleri sermayenin hizmetine daha fazla açıyordu. Tüm bunlar zaten 12 Eylül AFC’si ile de yapılmak istenenlerin ta kendileriydi.
Bunun için TÜSİAD “Yükseköğretim Kanunu Taslağı’nın, üniversite özerkliğini güçlendirme hedefini önemsiyoruz.” diyerek üniversitelerin yönetiminde ve YÖK’ün genel kurulunda “iş dünyası”nın temsil edilmesini olumlu karşıladıklarını ilan etti.
Sözü edilen taslakla üniversitelerde 15 kişilik konseyler oluşturulacak bu konseylerin yarısından fazlası üniversite dışından ama sermayedarlardan, vergi rekortmenlerinden, üniversitelerin bulunduğu illerdeki iş insanlarından oluşturulacaktı. Üniversiteler için adına özerklik dedikleri şey işte budur.
Böylelikle üniversitelerde hangi çalışmanın yapılacağı, hangi araştırmanın fonlanıp fonlanmayacağı, hangi bilimsel çalışmaya ödenek ayrılıp ayrılmayacağı sermaye tarafından belirlenecekti. Bu süreç şu an birçok üniversitede bulunan tekno-kent, tekno-park gibi yapılar üzerinden işletilmeye başlamıştır.
Bir üniversitenin tüm ihtiyaçları toplum tarafından karşılanırken, üniversitelerin bütün çalışmaları özel sermayeye hizmet edecek biçimde dizayn edilmektedir.
Üniversitelerde YÖK eliyle atılan bu adımlarla 24 Ocak kararları ve 12 Eylül Askeri Faşist Darbesi’nin emelleri yeniden ve yeniden uygulamaya sokulmaktadır.
Üniversitelerin, akademinin giderleri topluma, halka, emekçiye yüklenirken akademinin çalışmalarında halkın çıkarlarına değil sermayenin dönemsel ihtiyaçlarına hizmet edilmektedir. 12 Eylül’ün ruhu budur.
Türk sermayesi, dünden bugüne ulusal baskıyla Kürtlerin milli sömürü altında tutulması için elinden geleni yapmaktadır; YÖK’te buna uygun olarak tekçi-ırkçı politikaları üniversitelerde yapılandırmaktadır.
Sermaye bugün ataerkil yapı ve heteroseksizm ile karakterize olmaktadır; YÖK erkek egemen devlet aklının üniversitelerdeki adı olmaktadır.
Türk Devleti 2015 yılı sonrası OHAL ve sıkıyönetim uygulamaları ile halka açıktan ve daha şiddetli saldırmaya başladığında yeni dönemin ruhuna uygun ilk hizaya geçen kurum YÖK olmuştu.
YÖK, sermayenin üniversitelere ve üniversite gençliğine dönük saldırılarına uygundur damgası vuran bir aparattır.
-Bugün kendi çıkarını bir avuç asalağın çıkarında değil ezilen milyonların çıkarında olduğunu bilen her genç YÖK’ü protesto etmelidir!
-Bugün üniversitelerin düşürüldüğü pespaye durumdan şikayetçi olan her öğrenci, öğrenciyi sermayeye sunulmuş bir hizmetçi yapmayı kafaya koymuş olan YÖK’ün uygulamalarına karşı mücadele etmelidir!
-Bugün özgürlük ve demokrasi isteyen herkes, 12 Eylül Askeri Faşist Darbesi’nin yarattığı kurumları yok saymalı ve onların uygulamalarına karşı direnmelidir!
-Sermayenin hizmetindeki üniversitelere karşı, üretimini halk için yapan, öğrenciler başta olmak üzere üniversitelerin tüm bileşenlerinden, meslek örgütlerinden ve toplumdan katılımcıların yönetiminde söz sahibi olduğu eşit, parasız, bilimsel, anadilinde eğitim için Demokratik Halk Üniversiteleri mücadelesini yükselt!
-YÖK ve düzenine son vermek için devrim mücadelesine katıl, YDG’de örgütlen!