“Pınar! Pınar! Yanıma gelsene.”
“Yorgunum uyuyacağım. Sen de uyursan iyi edersin.”
“Sen gelmezsen ben gelirim.”
“Yavaş, sessiz ol. Sessizlik saatini unutma.”
İki katlı ranzadan acemice kendini attı. Elinde Marks’tan Mao Zedung’a kitabıyla ranzanın alt katında Pınar’ın karşısına dikildi.
“Bakıyorum, kitabı elinden düşürmüyorsun.”
“Bugünkü eğitim çalışmasın okuduğumuz bölümü gözden geçirdim.”
“Önceden çalışmaların sıkıcı olacağını düşünüyordum.”
“Neden?”
“Anlamayacağımızı sanıyordum. Bu kitabı okuduktan sonra fikrim değişti.”
“Sen teorik kitaplarla yeni tanıştığın için böyle düşünmen normal. Teori denilen şey kuru laf kalabalığı ya da anlaşılmaz terimlerin bir araya getirilmesinden oluşan metinler değildir. Marks da, Mao da yazdığı kitaplarında buna özellikle dikkat etmişler. Çünkü amaç kitlelere gitmektir. Bizim referansımız halktır. Yazdığımız yazılarımız da buna dikkat etmek zorundayız.”
“Okudukça alışacağım. Zaten teorik kitaplar belli aralıklarla okunduğunda sürekli yeni bir şeyler öğrenirsin demiştin hatırlıyor musun? Sahi, İbrahim yoldaşın kitabını ne zaman okuyacağız?”
“Elimizde ki kitabı bitirelim ondan sonra. Yemek haneye inelim arkadaşlar uyuyor rahatsız etmeyelim.”
Yemekhanede sadece Nevin abla vardı. Yazısına ara verip gülümseyerek karşıladı.
“Nevin abla da buradaymış.”
“Burada da buldu afacan beni.”
“Hiç sorma beni de uyutmadı.”
“Gençlik işte…”
Nevin ablanın yanına oturdular. Uzun bir sohbet sonrası Pınar;
“Haberlere bakıp yatalım. Yarın bir sürü işimiz var” dedi.
Günün haberlerinin tekrarı verildikten sonra;
“Terör örgütüne darbe! Hasanpaşa’da hücre evi baskınında çıkan çatışmada iki terörist öldürüldü!…”
Gecenin sessizliğine çığlık oldu katledilenler. İsmail Oral gençliğin önderi, Hatice Dilek, 1 Mayıs Mahallesi’nde direnişe öncülük edenlerin yanında yerini almıştı. Her anlamda toparlanma yaşanılan bir dönem de düşman İsmail Oral’ı katlederek mücadelemizi geriletmeyi planlıyordu.
Böylesi bir haberden sonra sesice oturup kalmak çok zordu. Katliam haberini dinleyen üç kadın da İsmail Oral’ı tanıyor ve ona saygı duyuyordu. Nevin abla hapishanelerden, Gülsüm mektuplardan, Pınar ise gençlikten. Gülsüm daha fazla dayanamayarak ağlamaya başladı.
“Gülsüm, sen İsmail Oral’ı tanıyor muydun?”
“İsmail yoldaşla yıllarca mektuplaştım. Bir türlü onu görme fırsatı bulamamıştım. Hatice abla bizim mahallede oturuyordu. Hemşireydi ve 1 oğlu vardı. 1 Mayıs Mahallesi’nden taşındıktan sonra onu hiç görmedim.”
Doksanlarda kitlelerin mücadelesi gelişiyordu. Düzene muhalif olan devrimciler başta olmak üzere aydınlar, sanatçılar herkes yargısız infazla katledilerek sindirilmeye çalışılıyordu. İsmail Oral, Hatice Dilek’in katledilmesine çatışma süsü vermeye çalışan boyalı basına karşın devrimci basında katliamın gerçekleştiği evde bulunan Hatice Dilek’in oğlu Özgür: “Annemi evden aldıklarında annem yaşıyordu.” diyordu. Devam eden operasyonlar sonucunda İsviçreli bir kardın arkadaşlarının daha gözaltında olduğunu öğrendiler.
Voltalara bir süre hüzün çöktü. Ana maltada erkek arkadaşlarıyla buluştuklarında katliamı konuşup anma yaptılar. Diğer yapılardan sayısız tutsak İsmail’in devrimci kişiliğine saygılarını ifade edip başsağlığı dilerken gelecek olan İsviçreli arkadaşlarını merakla beklemeye başladılar.
Gülsüm her zamanki afacanlığıyla ranzada uzanmış roman okuyan Pınar’a yanaştı;
“Yeni gelecek arkadaş İsviçreliymiş peki biz onunla nasıl anlaşacağız?”
“Gülsüm, her şey bitti, anlaşma sorunumuz kaldı. Belki Türkçe’yi senden iyi biliyordur” dedi.
“Gerçekten mi?”
“Nereden bileyim. Düşünsene kendi ülkesini, çevresini, ailesini bırakıp mücadelemize katılmak için gelmiş. Herhalde Türkçe’yi de biliyordur, bilmiyorsa da öğretiriz. Sen ne güne duruyorsun?”
“Ben mi?”
Pınar gülerek yoldaşını kucakladı.
“Ne yapayım, merak ediyorum.”
“Seni anlıyorum. Biz zamanla ona buradaki yaşamı öğretiriz.”
“Hem sadece ben merak etmiyorum ki dün öğle yemeği sonrası Yıldız abla, Türkçe’yi bilmiyorsa burada daha fazla zorlanır dedi.”
Pınar’ın duru mavi gözlerinin üzerinde dağınık kaşları çatıldı.
Ranzada bağdaş kurup;
“Canım benim mücadele etmekte inançlı olan biri için hiçbir şey zor değildir. Sende birçok şeyi bilmiyordun, öğrendin değil mi? O da öğrenir. Belki de tecrübeli biridir. Ve ondan öğreneceğimiz çok şey vardır. 12 Eylül’de Diyarbakır zindanın da işkencelerin, amansız saldırıların olduğu bir ortamda dil çalışıyorlarmış. Üç dil öğrenenler bile olmuş. Düşünsene kitap defter kalemin yasak olduğu bir ortamda bu başarılıyorsa biz arkadaşımıza bu koşullarda dil öğretemeyecek miyiz?”
“Haklısın yoldaş, geniş düşünemedim.”
Gülsüm havalandırmaya çıktığında şubede olan yoldaşındaki inanmışlığı düşünüyordu. Demek ki sosyalizme halkların kardeşliğine yaşadığı ülke topraklarını terk edecek kadar inanıyor. Enternasyonalizm bu olsa gerek deyip endişelerinden arınarak voltasına devam etti.
On beş gün sonra Barbara öğle yemeği öncesi havalandırmadan içeri girdi.
Kumral saçları kirden yapış yapış olsa da arkadan özenle toplamıştı. Küçük kırmızı çiçeklerle süslü uzun yeşil eteği, kulağında yaprak altın küpeleriyle bizim kadınlarımıza ne kadar çok benziyordu. Ela gözleri öğle güneşinin altında pırıl pırıl parlıyordu.
Pınar, Barbara’ya yaklaşıp selam verdiğinde merhaba deyişiyle bazı kadın tutsaklar gayri ihtiyari “Türkçe’yi biliyormuş!” dediler.
Anna Barbara’ya on beş gün boyunca tüm işkence yöntemlerini uygulayanlar iradesini teslim alamamışlardı. İşkence seansların da İsmail Oral’ın kanlı deri montunu gösterip “İsmail’i öldürdük, her şey bitti. Direnmenin anlamı yok” diyen düşmana inanmayan Barbara, İsmail ve Hatice Dilek’in katledildiğini öğrendiğinde derin üzüntü yaşadı.
***
İlk önerisi spor üzerine oldu.
“Sabah nasılsa erken kalkıyor biz. O zaman spor yapalım” deyince havalandırma kapısı açılır açılmaz spor yapmaya başladılar. Barbara uzun boylu olmasına rağmen oldukça çevik ve çok değişik hareketler yapıyordu.
“Daha önceden sporla ilgilenmiş miydin?”
“Evet, judoyla ilgilenmiştim.”
“Gülsüm, Barbara judo biliyormuş. Sen sporda yardımcı olmayacak mıydın?”
Bir anda kahkaha tufanı koptu.
İlerleyen günlerde eğitim çalışmalarını yeniden düzenlediler.
Marx’dan Mao Zedung’a kitabını okudular. Öğle yemeği sonrasında ana maltada erkek arkadaşlarıyla birlikte İbrahim’in seçme yazılarını okudular. Anna Barbara kitabı okuyan arkadaşı pür dikkat dinliyor anlamadığı bir yer olduğunda;
“Ben burayı anlamadı” diyor ve tekrar anlatılmasını, örneklendirilmesini istiyor, onun için anlaşılır olduğunda; “Şimdi anladı” diyordu.
Kısa sürede koğuşta ki diğer kadın tutsaklar Barbara’ya ısındı.
1991 yılında Bayrampaşa Hapishanesi’nde birçok yapıdan siyasi kadın tutsaklar ortak komünde kalıyordu. Toplu kalınan yerlerde kimi zaman küçük şeylerden tartışmalar büyüyebiliyordu. Bu tür tartışmalardan uzak duruyor, daha çok gözlemliyordu. Zamanını okumak ve bilmediği konuları sormak, anlamak için geçiriyordu.
Tutsaklık süreci onu daha fazla örgütlenmeye ve düşmana daha fazla öfke duymaya yöneltirken mahkemede yaptığı savunmadaki son sözleri şunlar oldu: “Beni siz değil, enternasyonal proletarya yargılar.” Tahliye olduktan sonra sınır dışı edilse de tekrar dönüş yaptığında soluğu Munzur’un doruklarında alan Alplerin Barbara’sı artık Kinem olmuştu.
Bir işçinin sabrı ve mütevaziliğiyle kısa sürede gerilla savaşımına alışmıştı. Kürt halkının yoksulluk içinde yaşamını gören Kinem derin bir saygı duyuyordu. Daha fazla tanıyabilmek için sorular soruyordu.
“Doktor yoldaş, demek bu topraklarda savaş var.”
“Öyle Kinem hem de ne savaş. Sadece bize karşı değil halka karşıda amansız devlet. Bize destek verenlere 0zaten yapmadığını bırakmıyor, halka ambargo uyguluyor. Ormanını yakıyor, göç etmeye zorluyor.”
“Bu zalimlik. Ama cesur bir halk. Hiç korkmuyor bize yardım etmeye devam ediyor.”
“Kinem halk kimin ona dost, kimin düşman olduğunu biliyor.”
Kürt halkının yaşadığı acıları katliamları öğrendikçe halka karşı saygısı artıyordu. Kitle faaliyetine gittiklerinde kendisine ilgiyle yaklaşan Kürtçe’yi anlamadığı için huzursuzluk yaşıyordu.
“Songül, bana Zazaca öğret!”
“Olur yoldaş, işimiz olmadığı zamanlarda çalışalım.”
Ela gözleri sevinçle parladı.
“Kinem yoldaş o zaman başlayalım. İlk kelimemiz sekena olsun.”
“Ben bunu biliyor. Rindo, rindo.”
Songül sevgiyle gülümsedi. Gerilla birliği onun içten sahiplenişini gördükçe Kinem’e saygı duyuyor. Komünistlerin vatanı olmaz sözlerinin ne kadar yerinde kullanıldığını düşünüyordu.
Gerilla birliklerinin bölgede güçlendiği gören düşman 93 kışında barınağın bulunduğu vadileri gözetleyebilecek hakim tepelerde günlerce gözetleme yapmaya başladı. Barınağın tam olarak nereden olduğunu öğrenmek için gerilla güçlerini huzursuz edip barınaktan çıktıktan sonra çembere alıp imha etmeyi planlıyordu.
Gerilla güçleri üstlenim alanında akşama kadar nöbet tuttukları yerden hakim sırtları gözetleyebiliyorlardı. Gözetleme yaptıkları yerden Qori Sur tepesindeki ara ara kalkıp inen bir karartı gördüler. Bunu bir kartal olabileceğini yorumunu yaparken düşman olabileceğini düşünmediler. Çok fazla da önemsemediler.
Günler sonra sabahın ilk ışıklarıyla nöbeti devralan Cemo karşı sırtları dürbünleyince Qori Sur tepesindeki bir anlık hareketi fark edince bir süre aynı noktada dürbünü sabitleyerek izlemeye başladı. Düşman olduğuna emin olunca diğer nöbetçi Hamza’ya seslendi.
“Hamza, Lenko’ya söyle hemen gelsin!”
Lenko, nöbet yerine gelip Qori tepelerindeki hareketliliğin düşman olduğunu netleştirince telsizde dinlenilen konuşmaları da hesaba katarak en kısa zamanda barınağı terk etme kararı aldılar.
Kinem de diğer savaşçılar gibi hemen hazırlandı. Beyazlıklarını giyip merakla çevresini gözlemlemeye başladı. Savaşçıların yüzünde hüzün vardı. Binbir emekle hazırladıkları o kadar eşyayı taşıdıklar mekanı terk edip gitmek kolay değildi. Kinem de diğer savaşçılar gibi aynı soruyu soruyordu kendine; “Acaba düşmanla nerede, nasıl karşılaşacağız. Bahar aylarını görebilecek miyim?”
“Herkes yürüyüş kolundaki yerini alsın!” Komutu duyan savaşçılar barınaktan teker teker çıkıp yürümeye devam ediyordu.
“Bu benim ilk zorlu yolculuğum olacak, yoldaşlarıma yük olmadan sonuna kadar yürümeliyim geride kalmamalıyım.” Bunları düşünen Kinem, yoldaşlarının açtığı yoldan yürümeye devam ediyordu.
Gerilla birliği büyük bir çabayla barınağın karşısındaki Yel Dağı’nın sırtlarına üç ayrı manga şeklinde mevzilendi. Hıran dolmuşlarının sesleri duyulur duyulmaz barınağın olduğu alana bombalar yağdırıldı. Sıra barınağın karşısındaki sırtlara geldiğinde komutan tüm savaşçıların duyabileceği ses tonuyla “Havanlayacaklar, kimse yerinden kıpırdamasın” dedi. Ve bir anda havan yağmaya başladı.
Kinem olduğu mevzide hareket etmeden, askeri eğitimde anlatılanları düşünüyordu. Sesler uzaklaşır uzaklaşmaz gerilla birliği harekete geçti. Hava karanlık olmadan o güzergahtan olabildiğince uzaklaşmak amaçtı. Munzur’un en sarp kayalıklarından, dar patikalarından keklik gibi sekerek dolaşan gerillalar şimdi aynı rahatlıkla adımlayamıyordu. Metrelerce karın ilk tabakası Ocak ayının dondurucu soğuğunda buzlandığı için yer yer kasatura ile kazıp yürüyebiliyorlardı. Bu da yetmezmiş gibi rüzgara rağmen yağan nazik kar kulaklarının, gözlerinin içine girmek istercesine yüzlerini kesiyordu.
Zorlu yürüyüşte moral ve motivasyonu artırmak için marşlar söyleyerek yürümeye devam ettiler. Açlık, susuzluk tipiyle birleşince Zeki Peker, Erkan Fener, Ali Demirdağ şehit düşünce sloganlar eşliğinde karın fazla olmayacağı, korunaklı kaya kovuğuna koydular onları ve “sizin yerinize adımlayacağız bu yolu, umutlarınızı biz taşıyacağız” diyen gerillalar yürümeye devam ettiler.
Yürüyüş devam ettikçe Kinem de zorlanmaya başladı. Dizlerindeki halsizliği hissettiğinde Enternasyonal’i söylemeye başladı. Ayağını bir kayaya çarpmasıyla yere kapaklanması bir oldu. Nefesini düzenleyerek ayağa kalksa da tekrar düştüğünde uzun süre kalkacak gücü kendinde bulamadı. Zorlu yolculukta düşenleri kaldıran koluna giren yoldaşı, Kinemin düşüp kalkamadığını anlayınca;
“Yoldaş neden yardım istemedin?” dedi.
“Şimdi kalkacaktım yoldaş, çok sağol!”
Kinem inatçı yönünü bilen yoldaşı hemen kalkıp koltuk altına girdi. Kinem’in incecik yüzü solmuş, gözlerinin feri gitmişti.
“Haydi yoldaşım bak, yakında köy varmış oraya gireceğiz, az kaldı. Kendini bırakma.”
“Sana yük oluyorum” dedi Kinem.
“Öyle düşünme, yoruldun ondandır.”
Kinem yoldaşına cevap vermek istese de veremedi. Bacakları artık kendini taşımıyordu. Üç gece iki gündüz sürekli yürüyen gerilla birliği, Munzurların en amansız yerlerinden ve korkunç geçitlerden geçerek metrelerce karı eksi 50 dereceyi aşan dondurucu soğuğa rağmen yürüdüler. Yakında bulunan Birman köyünde konakladılar. Birman köyünün hemen arkasında karakol olsa da dinlenmek biraz erzak temin etmek, bu riski göze aldılar. Dondurucu soğuktan sıcak yere girdiklerinde gerekli önlemleri almadıkları için kardan ayakları donanların ayakları şişti, çürümeye başladı. Kadın gerillalar içinde sadece Kinem’in durumu ağırdı. Bir türlü kendine gelemiyor, ateşler içinde sayıklıyordu. Böylesi durumlarda ne yapacaklarını bilemeyen gerillalar, her gün daha da ağırlaşarak bilincini yitiriyordu. Kardan ayakları donmamış olanlar yoldaşlarına bakıyor, nöbet tutuyor, çare bulmaya çalışıyordu. En sonunda ayakları donan gerillalarının ayak parmaklarını kestiler.
Bir neşter ve batikondan ibaret ameliyat malzemelerini toplayan iki yoldaş ertesi gün Kinem’in bulunduğu odaya girdiklerinde kendinde olmadığını fark ettiler.
Boylu boyunca yatıyordu, saçları yastığa dağılmış, beyaz teni solmuş, dudakları yara olmuştu.
Yorganı ayakları ucunda tutup, kaldırdıklarında sargı bezinden sızan siyahımsı sızıntıyı ve mosmor ayaklarına tutup baktılar. Yoldaşlarının sargı bezine dokunmasıyla Kinem’in uyanması bir oldu. Şaşkın şaşkın yoldaşlarına bakıp ne olduğunu anlamaya çalıştı.
“Nasılsın yoldaş?”
Dili damağına yapışmışçasına hareket ettiremiyor, cevap veremiyordu.
“Açalım sargıları!”
Yoldaşları sargıları açtıkça Kinem inliyordu.
“Yoldaş, Kinem’in yanına gel.”
Yoldaşı, Kinem’in başucuna gelip onunla konuşup sakinleştirirken sargı bezleri açıldıkça irin toplamış yaralardan kirli kan akıyordu. Yoldaşı Kinem’in ayak parmaklarını kesmeye başladıkça bağırmaya, kasılmaya başladı. Sol ayağa geçtiklerinde Kinem artık dayanamayıp bayıldı.
Ertesi gün kendine yine gelmedi. Ateşler içinde sayıklıyordu.
“Mama, Goni” Bir sonraki sabah gözlerini açtığında sırtını duvara dayayıp kendisine bakan yoldaşını gördü. İsmail Oral, Hatice Dilek, Emre Bilgin’in ona seslendiğini duyan Kinem 7 Şubat günü ölümsüzler kervanına katıldı. Köylü kadınların ağıtları Yel Dağı’nda yankılandığında geriye enternasyonalin kızıl karanfilinden onurlu mücadelesi kaldı. Kar eriyip Munzur’lara ilkbahar geldiğinde Yel Dağı’nda şehit düşen gerillaların haberi bütün alanlarda derin üzüntü yarattı. Gerillaya katılmak için evden ayrılan Gülsüm’e yoldaşları;
“Bu giysileri, tutulumu, çantayı, mekapı Barbara yoldaşın annesi alıp yollamıştı. Biliyorsun yoldaş şehit düştü sen giyersin” dediler.
Gülsüm ne diyeceğini ne yapacağını şaşırdı. Kendini toparladığında Barbara’nın parlayan ela gözlerini görür gibi oldu.
“Demek artık onun yerinde adımlayacağım Munzur’ları…”
Bayrampaşa’da birlikte kaldığı hayran olduğu yoldaşı da demek Munzur’daydı. Şehit düşmemiş olsaydı onu yine görecekti. Hem de gerilla olarak… Pınar’ın hapishanede Barbara’nın şubedeyken söylediği sözleri tekrar hatırladı.
“Mücadeleye gerçekten inanan biri için hiçbir şey zor değildir.”
Eşyalarını özenle topladıktan sonra; “Ben hazırım, yola çıkabiliriz” deyip Anna Barbara’nın eşyaları elinde Gülsüm’ün Munzur’lara doğru yolculuğu başladı.
“Heyecanlı mısın?”
“Hem de çok. Bir an önce gitmek Barbara’nın yarıda bıraktığı yolculuğu tamamlamak istiyorum.”
Bir Yoldaşı