TC devletinin kuruluşundan itibaren verilen sınıf savaşının tarihi bize açıkça gösterir ki ezilen sınıflar ile egemen sınıflar arasındaki mücadelenin Türkiye ve Kürdistan’da en belirleyici çekişmenin yaşadığı alan ideolojik alan olmuştur. Kemalist diktatörlüğün yıkılan İstanbul hükümetinden devraldığı iktidarı sarsılmaz hale getirmek için kuruluşundan beri bütün imkanlarıyla yöneldiği çaba kendi rejimini meşrulaştıracak ideolojik ve hegemonik olanakları sonuna kadar kullanma ve resmi faşist dikta ideolojisini ezilen sınıfa kabul ettirme mücadelesidir. Ezilen sınıfın politik mücadelesini askeri kuvvetini kullanarak maddi çatışma alanında engellemekle yetinmeyen egemen kuvvet, sınıf çelişkisinden doğacak demokratik/sosyalist isyanları engellemek için en etkili yolun faşizmin milliyetçi karakterli burjuva ideolojisini her alanda yeniden üretmek olduğunu daha TC devleti tam anlamıyla kurulmadan önce fark etmiştir. Günümüze kadar devlet aygıtlarının işleyişi dönem dönem burjuvazinin hangi grubunun iktidarı ele geçirdiğine bağlı olarak içerik yönünden bir nebze değişim gösterse de biçim ve esas yönünden aynı kalmıştır. Güncel politik atmosferi mümkün kılan ideolojik aygıtların yapıları ve mekanizmaları incelendiğinde de R.T. Erdoğan rejiminin (burjuva medyası tarafından Kemalist ideolojiye taban tabana zıtmış gibi yansıtılmaya çalışılsa da) de bu aygıtları yalnızca konjonktür emrettiği ölçüde esnettiğini gözlemliyor, öz bakımından ise kurucu ideolojiye sıkı sıkı kenetlenmiş olduğunu biliyoruz.
Devletin ideolojik aygıtlarının günümüzün politik/kamusal alanlarını nasıl şekillendirdiğine bakmadan önce bu aygıtların nasıl işlediğini açıklığa kavuşturmamız gerekir. Fransız Marksist filozof Louis Althusser yirminci asırda ideoloji konusunda Marksist kurama önemli katkılar yapmış ve toplumsal ilişkilerde ideolojinin yerini açıklığa kavuşturma konusunda önemli mesafe kat etmiştir. Althusser’e göre toplumsal formasyonun üç ana düzeyi vardır ve bunlar ekonomik, politik ve ideolojik katmanlardır. Ekonomik katman bildiğimiz üzere doğanın dönüştürülmesine, politik katman toplumsal ilişkilerin düzenlenmesine, ideolojik katman ise insanın kendi hayatıyla olan ilişkisinin düzenlenmesine dayalı olan katmandır. Marksizmin indirgemeci bir yorumu olan ekonomist yaklaşımlar ideolojik ve politik katmanları (yani üst yapı olarak adlandırdığımız düzeyi) ekonomik (alt yapı) düzeyinin doğrudan bir yansıması olarak görse de Althusser bu görüşe karşı çıkarak ideolojinin-son kertede ekonomik ilişkilerle belirlenmesine rağmen- özerk bir varlığı olan bir mücadele alanı olduğu tezini öne sürmektedir. Ekonomist anlayış, toplumdaki fikirlerin doğrudan maddi koşulların bir yansıması olduğu düşüncesine dayanırken Althusser bu görüşü reddetmekte ve ideolojik fikirlerin kendilerinin maddi bir gerçekliği olduğunu ileri sürmektedir. İdeolojik mücadeleyi de politik ve ekonomik mücadele gibi savaşım verilmesi ve dönüştürülmesi gereken bir alan olarak tahsis etmesi ideolojinin yalnızca maddi koşulların doğurduğu fikirler olmadığını, nerede alışveriş yaptığımızdan hangi partiye oy verdiğimize kadar geniş bir yelpazede toplumsal pratikleri belirleyen bir yapı olduğunu doğru biçimde kavramasından ileri gelir. Burada ifade edildiği gibi eğer ideoloji soyut bir yansımadan ibaret değilse ve tam aksine somut toplumsal pratikleri belirleyen ve yerleşik toplumsal ilişkilerin içine doğan tarihsel öznenin bu ilişkilere dair konumunu ve pratiğini belirleyen unsursa devrimci mücadele yalnızca alt yapıyı dönüştürerek ideolojik alanı dönüştürmeyi başaramaz. Althusser, somut bireylerin özneleştirilmesi sürecinde bir “çağırma” metaforuna başvuruyor. Yani kişinin bir söylemin kendisine hitap ettiğini anlamasını sağlayan şey bu hitabın- “Ey Türk”, “Ey devrimci”, “Ey işçi”, “Ey Müslüman”- onun ideolojisini belirleyen toplumsal pratiklerin bir özetini oluşturmasıdır. Bu çağırmada özetlenen dolaysız olarak o öznenin ideolojisidir. Elbette her öznenin ideolojisi saf veya katışıksız değildir ancak bu çağırma-çağrıldığını anlama diyalektiğinin ortaya koyduğu şey ideolojinin yalnızca sınıflara ve politik konumlara ait bir uzantı değil doğrudan kişinin toplumsal pratiğinin bir özeti olduğudur. Özellikle TC tarihinde ideolojinin bu yönü devletin pratiklerinde bariz bir biçimde tezahür etmiştir ancak bu tarihsel olguları incelemeden önce Althusser’in ideolojinin üretilmesinde başat aygıtlar olarak tespit ettiği yapılara da kısaca göz atmamız gerekir. Althusser’e göre feodal toplumlarda ideolojiyi asıl üreten mekanizma din iken kapitalist toplumda ideolojinin temel üretim aygıtı olarak öne çıkan yapı eğitimdir. Eğitimden kast edilen elbette devlet eliyle verilen resmi örgün eğitim sürecidir. Türkiye’nin tarihi de Althusser’in bu konudaki tezini doğrular biçimdedir: Türkiye’nin yarı-sömürge yapısı onun ideolojisinin hiçbir zaman doğrudan devlet eliyle düzenlenmiş eğitim müfredatlarıyla oluşturulmasına izin vermemiştir ve cumhuriyetin tarihi boyunca dini yapılar hakim kitle ideolojisinin oluşumunda ve biçimlenmesinde önemli bir rol oynamıştır. Hatta zaman zaman bu iki hakim ideoloji üretim aygıtı arasındaki çekişme politik sahneye taşınarak iktidar kavgasına yol açan gerilimlere sebep verse de son kertede aynı hakim ideolojinin yeniden üretimine hizmet eden bu iki klik arasındaki sürtüşme aynı ekonomik sınıfın çıkarlarına hizmet eden ideolojiye dayandığı için devletin resmi ideolojisinde (bu sürtüşmeden muvaffak ayrılan tarafın kim olduğu hiç önemli olmaksızın) özsel bir dönüşüm ortaya koymamıştır. Resmi ideolojinin feodal-dini üretimini sağlayan yapı ile eğitime dayalı üretimini sağlayan kapitalist yapı çoğunlukla bir ortaklık ilişkisinde bulunduğu için, ve bu çekişme egemen grupların arasındaki paylaşıma dayalı bir çekişme olduğundan devrimci içerikli bir çelişki oluşturmamıştır. Tek kayda değer dönüşüm 2000 sonrası tarihte bu iki üretim biçiminin resmi ideolojiyi tek kaynaktan ve tek aygıt üzerinden yeniden üretecek biçimde birleştirilme sürecine girilmiş olmasıdır. Kimi muhalif burjuva grupları tarafından bu çaba devletin resmi ideolojisinde bir değişim karakterinde portrelenmeye çalışılsa da yeniden üretilmesi amaçlanan faşist ideoloji temelde aynı kalmıştır, yalnızca birbirine nispeten mesafeli işleyen iki aygıt (feodal-dini/kapitalist-eğitime dayalı) yakınlaştırılmıştır ve tekleştirilmiştir. TC devletinin resmi ideolojisinin üretimi, açıktan açığa hem dini karakterli hem de milliyetçi karakterli ideolojinin bütün kamusal alanlarda üretilmesine dayanmaktadır. Eğer çağrılma metaforu üzerinden düşünürsek bu ideoloji, toplumsal özneye okul sıralarından hastanelere, bürokrasinin işlediği kurumlardan zorunlu askerliğin tanıştırdığı kışlalara kadar her alanda “Ey Türk” diye seslenen, televizyonda gösterilen dizilerden müfredata, uygun ders kitaplarında bulunan tarih anlatılarına kadar toplumsal özneyi yalnızca “Türk” kimliğine cevap verecek konuma sürükleyen üretime yaslanan ideolojidir.
Kamusal alanın diğer bir alanını da İslam’ın Sünni kolunun ideolojisinin üretimine dayalı dini yapılanma işgal etmektedir. Toplumsal iletişimin ve ilişkilerin bütün belirleyici unsurları Sünni mezhebinin dışında kalan bütün ideolojik konumları ikincilleştirecek, marjinalleştirecek ve ötekileştirecek üst yapıyı olumlayıcı biçimdedir. Türk ve Sünni toplumsal konumları gerek burjuva devletinin aygıtları gerekse feodal toplumsal aygıtlar ile hakim ideolojinin altında şekillenen toplumsal ilişkilerde bulunulabilecek tek meşru konumlar haline getirilmektedir ve bu konumların dışında kalan her ideolojik konum öznelerin kendi kimlikleri ile toplumsal hayatın hakim ilişkileri arasında bir gerilim deneyimlemesini sağlamaktadır. Bu durumda hakim ideolojinin dayattığı konumlara uymayan öznelerin önünde iki seçenek vardır: Ya devlet aygıtları ve feodal aygıtlarla dayatılan konumlara doğru asimile olmak için kendi kimliğini örtme ve unutma yolunu seçecek ya da toplumsal pratiğin her alanında kendisine hitap etmeyen (ya da onu “çağırmayan”) bir ilişkiler ağında mütemadi bir gerilimin altında yaşayacaktır. Toplumsal ilişkiler ağında “Alevi” kimliğinin getirdiği pratiğe doğmuş bir toplumsal özne gündelik hayatının her alanında “Sünni” kimliğine hitap eden (ya da Sünni kimliğini “çağıran”) ilişkilerle karşılaştığında kendi kimliğine dair olan yabancılaşma hissi gerilim kazanacaktır. Aynısı okulda “Türküm, doğruyum, çalışkanım” çağrısı ile ya da devlet hastanesinde “Ey Türk” yazısı ile karşılaşan Kürt kimliğine ait toplumsal özne için de geçerli olacaktır. Devletin ideolojik aygıtlarının yaratmak istediği temelde toplumun ideolojik yapısını sınıf temelinde belirleme ihtimallerinden ayırmaktır. Bu eğilim ise tarihsel olarak resmi ideolojinin çağırdığı ya da hitap ettiği konumların dışında kalan kitleleri meşru toplumsal ilişkilerin dışına iteklemiştir. TC devletinin resmi ideolojisinin bu kurucu yönü hiçbir çağında değişmemiştir, faşist niteliğinin ayrılmaz bir parçasıdır. Elbette devletin resmi ideolojisi ile toplumsal ideolojinin gerilimleri yalnızca “Türk-Kürt” veya “Sünni-Alevi” konumları arasındaki gerilimlerle sınırlı değildir hatta her geçen gün bu ideolojik konumlanmalara yenileri eklenmektedir. Devletin örtük ideolojik karakterleri olan erkeklik, heteroluk ve cis cinsiyetlilik de resmi ideolojinin iki aygıtı tarafından tarih boyunca dayatılsa da son dönemde yükselen toplumsal hareketler bu dayatmanın boyutunu ortaya çıkarmıştır. Artık devletin ideolojik aygıtlarının hedeflediği kimlikler yalnızca “Türk”, “Sünni” olmakla kalmayıp açık açık “erkek”, “hetero” ve “cis cinsiyet” karakterlerini taşır hale gelmiştir. Eğitimin ve dinin vurguları da kamusal alanın her yanında bu ideolojinin yeniden üretilmesine hizmet etmek için seferber edilmiştir. 20.yüzyıl tarihi boyunca üretilen her ideolojik nesnede bariz biçimde “Türk” ve “Sünni” kimlikleri ortadadır. Devletin kendi eliyle yarattığı ideolojik aygıtlar olan okullar, bürokratik kurumlar, askerlik kurumlarında sürekli karşımıza çıkarılan “ey Türk”, “ey Müslüman” çağrılarına sınırlı değildir bu ideolojik aygıtlar. Sinemadan edebiyata, televizyon dizilerinden spor müsabakalarına her toplumsal pratik devletin ideolojisini yeniden üretir haldedir. Hepsinin çağırdığı öznenin ideolojik konumu “Türk” ve “Sünni” kimliklerine dayanmaktadır. Hatta sanat alanındaki örnekleri çarpıcı ve şaşırtıcıdır zira örneğin resmi ideolojiye daha yakından bağlı gruplarca “Marksist” olmak yönünden eleştirilen “İkinci Yeni” grubunun şairlerinin poetikası bile (muhtemelen Ece Ayhan bir istisnadır) kurucu devletin ideolojisinin şemsiyesi altında şekillendiğinden eserlerinde özellikle erken cumhuriyet yıllarına dönük güzellemeci bir ethos hakimdir. Althusser’e geri dönerek şu noktayı da vurgulamamız gerekir: devrimci partinin mücadelesi bütün maddi pratik alanlarda gerçekleşmek zorundadır. Yani yalnızca alt yapıyı veya alt yapıyı ve politik mücadele sahnesini savaş alanı belirleyen bir devrimci mücadele ideolojik ilişkileri dönüştürmek yükümlülüğünü unutmuştur. Bu da bizi ekonomist yanılgının hatasına geri döndürür. Alt yapı ne kadar da üst yapı üzerinde belirleyici olsa da ideolojik ilişkiler, öznelerin kendi hayatlarına yönelik ilişkilerini halihazırda belirleyen temel unsur mevcut toplumsal ilişkiler olduğu için yalnızca alt yapı dönüştürülerek dönüştürülemez. Bu ayrımın ışığında devrimci mücadelenin ideolojik alanda da yürütülmesi, toplumsal pratiğin belirleyici ilkeleri olan ideolojik ilişkileri dönüştürmeyi doğrudan hedef alması zorunludur. Türkiye ve T. Kürdistanı içinde ise ana hedef devletin ideolojik aygıtları olmak zorundadır. Genel konjonktürü ancak mutlak monarşi metaforunun karşılayacağı bir hakimiyetle yönetmeyi başaran egemen sınıfın gücü, devrimci mücadele tarafından onun ideolojik iktidarı sarsılmadan azaltılamaz. Bu sebeple okullardan hastane koridorlarına, asker kışlalarından futbol maçlarına ve hatta cezaevi avlularına kadar her alanda karşımıza çıkan ideolojik aygıtların iktidarını yıkmak için sosyalist ideolojinin, proletarya ideolojisinin aygıtlarını üretmemiz zorunludur. Devletin aygıtlarının “Ey Türk”, “Ey Sünni” çağrısına yanıt vermeye zorladığı ezilen halkı onun gerçek ideolojisinin çağrıları olan “Ey proleter”, “Ey devrimci”, “Ey ezilen” çağrılarına cevap verecek duruma taşıyacak ideolojik aygıtlarını üretmek toplumsal formasyonun en kritik alanını bize kazandıracak savaşın yöntemidir.
Yazı; Yeni Demokrat Gençlik dergimizin 20. sayısında yayımlanmıştır.