Devlet mekanizmaları denilen şey; bir devleti her koşulda ayakta tutma, ayakta tutarken de asgari ölçüde de olsa o devletin ‘vatandaşlığı altındaki’ insanlara ‘hizmet sunma’, ‘sunacağı hizmetlerin’ planlamasını yapma sorumluluğu altındadır. Türk Devleti’nin özellikle tanıklığını ettiğimiz 10 Ekim Ankara Katliamı, katliamın mahkemesinden ve televizyonlarda yayınlanan kayıp, katil, maktul vs. arama programlarından sonra hiçbir resmi, hukuki, askeri mekanizmalarının ‘devleti devlet yapma’ özelliğini tamamen kaybettiğini görmüş olduk. Bu mekanizmalar daha çok ezilenlerin aleyhine kullanılmaya çalışılıyor. Ancak gelinen aşamada bu amacın doğurduğu sonuçlarla devlet bir bütün toplum nezdinde laçka, gevşek bir görüntü veriyor. Bu kanıya nasıl varıyoruz, tek tek elimizdeki veriler ışığında ilerleyelim.
10 Ekim Ankara Katliamı’nın 5.duruşmasında da avukatların araştırmaları doğrultusunda elde edilen veriler katliamın gayet açık bir biçimde ortak bir çalışmanın ürünü olduğunu gösteriyor. Katliamdan aylar önce illerde kurulan güvenlik kurullarında 10 Ekim Barış Mitingi’ne dair elde saldırı gerçekleştirebileceği bilgisi olmasına rağmen herhangi bir tartışma yürütme gereği duyulmuyor. Hatta 9 Ekim’i 10 Ekim’e bağlayan geceden sabah saat 9.00’a kadar güvenlik kurulunun daha önce almış olduğu ve uygulamaya koyduğu yol güvenlik-denetimi kararı durduruluyor. Kiralık katiller ellerini kollarını sallayarak Ankara’ya geliyor, alanı tahlil ediyor, Ankara’nın en işlek caddelerinde dolaşıyorlar. IŞİD ve Türk devletinin ortak çalışması ise devletin mekanizmalarının işlevsizliğini gözler önüne serme pahasına gizleniyor. Öyle ki mahkemeye IŞİD’in ülke içinde örgütlenmesi ve katliamı örgütlediği faillerin ortaya çıkarılması adına sunulan delillerin hala trajikomik sebeplerle incelenmediğine tanık oluyoruz. “Dijital materyallerden olan hard diskin bozulması, laptopun şarjının bitmesi(!) , CD’lerin kırılması” vs. Cümlenin sonuna eklediğimiz vesaire kelimesi devlet mekanizmalarının laçkalığına yaptığımız vurgudur. Olay yeri inceleme ve adli tıp kurumu sanki Kamboçya hükümetinin denetimindeymiş de Türk devleti bu tıynetsizliği açık etmekten geri durmuyor. Kaçırdıkları çok şey var o arada: herhangi bir saldırıya engel olmak için toplanma alanında olması gereken kolluk kuvvetlerinin katliamın hemen ardından yaralılarımızı ve ölülerimizi güvenli bir şekilde hastanelere taşınmasını sağlamak şöyle dursun, canımızdan can almaya yeminler kusarak gaza boğmak için katliam alanına gelmesi… 10 Ekim günü katliam alanına gelen Sağlık Bakanı, İçişleri Bakanı ve Emniyet müdürlüğünün olay yerini yapacakları konuşmanın balkonu, babalarının bostan tarlası gibi dolaşmaları! Aslında katliamın hemen ardından devlet birebir kendi eliyle delilleri karartmaya yönelik davranışlar sergilemiş oluyor. Mahkemede ise tanık olduğumuz şu durum bizlerle dalga geçtiklerinin göstergesidir: “Biz avukatız. Olay yeri incelemenin ya da adli tıp kurumunun, savcının yapması gereken işlerden sorumlu olan bizler değiliz. Buna rağmen bir sonuca varılır, bir tanıklık geliştirilmiş olur diye bulduğumuz bilyeleri, kumaş parçalarını savcıya götürdük. Savcı bizi ‘her getirdiğinizi inceleyecek değiliz ya’ diyerek başından savmak istedi. Israrcı olduk. Bu sefer de ‘getirdikleriniz şimdi sizin üstünüze bulaşmış, delil olmaktan çıkmıştır’ dedi. Olay yerinde elini kolunu sallayarak, kendince halkı selamlayan bakanlar delilleri karartmamıştı yani!”
Türk Devleti-IŞİD işbirliği, delilleri karartma, kalan delilleri türlü bahanelerle incelememe gibi durumlar göz önüne alındığında avukatların “gerekli kamu personellerinin mahkemeye -hiç olmazsa- tanık sıfatıyla getirilmesi” talebi de kabul edilmeyecekti. Tüm verilere dönüp baktığımızda kurulan mahkeme, karşımıza koyulan mahkeme heyeti Türk devletinin içi çürümüş mekanizmalarının dış kabuğuyla eşleşiyor. Ve o dış kabuk 10 Ekim Ankara Katliamı’nın avukatları, takipçileri, aileler ve destekçilerle kırılmaya başlandı. Her duruşmada inatla “gerekli kamu personelleri buraya getirilmedikçe, asıl sorumlular bu salonda yargılanmaya başlanmadıkça, elde olan deliller standartlara uygun olarak incelenmedikçe adalet yerini bulmayacak” dedik. Aslında bizler 10 Ekim Ankara Katliamı mahkemesinin 5. duruşması sonlanırken çürük devletin kurtlarını bir kez daha orta yere dökmüş olduk.
Aslında devlet mekanizmalarının çöktüğünü ve bu çökmüşlüğün alenen ortaya saçılmasından çekinilmediğini gösteren tek verimiz 10 Ekim Ankara Katliamı ve sonrasında işletilmeyen süreç değil. Hepimiz televizyonlarımızda en az bir kere kayıp, katil, fail vs.’leri arayıp bulan sabah kuşağı programlarına denk gelmişizdir. Bu programlarda 15 yıl önce öldürülmüş iki kardeşin katilleri, 8 yıl önce balkondan atılarak öldürülmüş bir kadının katili, 5 yıl önce bir genci öldüren ve daha öncesinde de birkaç kişinin yaralanmasından sorumlu tutulan bir katil bulunabiliyor! Cümlenin sonuna koyduğumuz ünlemin altında yatan metin şudur: Devletin asayişten, vatandaşlarının güvenliğini tehlikeye atacak şahıs ve durumları takip etmekten, ortaya çıkarıp gereken cezayı almasını sağlamaktan sorumlu mekanizmaları dururken bir sabah kuşağı programı tüm katilleri, suçluları bir hafta içerisinde bulup çıkarabiliyor.
Bu programlar hemen herkes tarafından izlenebilecek devletin kendi medyasında yayınlanıyor. Kimse de demiyor ki ne oluyor burada? 15 yıl önce bir köyde cinsel istismara uğrayıp katledilen iki kardeşin katilini devletten mi soracağız yoksa Müge Anlı’dan mı? Yalnız Müge Anlı’nın da dediği gibi program yetkililerinin tüm araştırmaları sonucunda bulunan katillerin evleri “şanlı Türk polisi” tarafından basılmıştır. Sonuçta katilleri alıp cezaevine koyan “şanlı Türk polisi”. 15 yıl önce bu “şanlı Türk polisi”nin nerede olduğunu sorgulamıyor mu kimsecikler?
Ama öyle ya ülkenin en büyük katliamı olan 10 Ekim Ankara Katliamı’na dair ne teknik ne de hukuksal açıdan hiçbir ilerleme kaydetmemiş ve ilerlemeye de tenezzül etmeyen bir devlet mekanizmasından bahsediyoruz. Şimdi bu “ağabeylerimiz” iki köylü çocuğunun katilinin peşine mi düşecekti! Müge Anlı ne güne duruyor?
10 Ekim Ankara Katliamı’nın mağdurları kendi katillerini kendileri ortaya çıkarabilirler gayet de. Sonra “ağabeylerimiz” de tutar ceza verirler. Zaten azmettiricinin de hiç suçu yok!
Bu devlet ezilenlerin devleti olmayacaktı tabi. Fakat şu aşamada kendisine de yetmediğini, çürük kokusunu da saklayamaz hale geldi. Bizlere düşen iş bunu tek başına biliyor olmakla kalmayıp daha fazla dile, göze, yazıya dökmek. Ve bu işin ardına çürük kokusunun geldiği yeri yerle bir etmeyi iş olarak koyduğumuzda, bizler gibi kurtuluş ve özgürlük mücadelesi yürütürken çarpık mekanizmanın dişlileri altında kalanlarımızın ödediği bedelin hakkını vermiş olacağız. Ve bizler bu ülkenin en büyük katliamlarından biri olan 10 Ekim Ankara Katliamı’nda kaç duruşma geçerse geçsin, dosya kapatılırsa kapatılsın gerçek sorumlular halkın karşısında sanık sandalyelerine oturana kadar araştıran, sorgulayan, yargılayan, mücadele eden ve mücadeleyi büyüten olmaktan geri durmayacağız.
Ankara’dan bir YDG’li