“Tarih, ekmek kavgasının tarihidir. Sömürü var olduğu sürece direniş de sürecek. Savunma yapması gereken, ufak bir açıklama bile yapmadan koltuklarında oturan AKP iktidarıdır.” (28 Eylül 2017, Semih Özakça’nın savunmasından.)
Egemen sınıfın baş aygıtı olan iktidar; yıllar içerisinde rengi neye dönüşürse dönüşsün, ezilen sınıfı sömürmek ve sömürürken bastırabilmek için her türlü yöntemi mubah görür. Türk devleti için de her yeni iktidar dönemi yeni baskı ve sindirme yöntemleri geliştirmek demek iken ezilenler için de direnişi geliştirme ve daha fazla büyütme anlamını taşımaktadır. Egemen sınıf içerisinde yaşanan klik çatışmaları da baskı ve sindirme amaçlı yeni yöntemler geliştirilirken iktidara zemin sunuyor, bu zemin üzerinden içindeki krizin ezilen sınıf bakımından fırsata dönüşmesine engel olmaya çalışmış oluyor. Bu engel oluş faşizmin zirveye tırmanışında önündeki tüm “dikenli gülleri” budamak şöyle dursun kökünden koparıp atması demektir.
AKP iktidarı kendi iç krizini çözmeye çalışırken, OHAL butonuna basarak ezilenlerden yana “kafasını rahatlatmak” istemişti. OHAL ile beraber çıkarılan her KHK’de muhalif kesim parça parça toplumdan tecrit edilmeye çalışıldı. Nitekim içte ve dışta yaşanan bunca krize, aba altından sopa gösterilerek yaratılan kaygı ortamına rağmen ülke kaynayan kazan haline geldi. Öyle ki muhalif olsun olmasın, tüm kaygılarına rağmen birçok kesimden insan şükürcü zincirlerini bir kenara fırlatmış, içinde bulunduğu durumu sorgulamaya başlamıştı. Bu sorgulayışı alenen ortaya çıkaracak bir kıvılcıma, bir araya getirecek bir direnişe ihtiyaç olduğu kesindi.
KHK’lerle ihraç edilen kamu emekçilerinin, akademisyenlerin ihraçla birlikte ellerinden alınan haklarla onurlarının zedelenmesi o kıvılcımı çakmak için zemin hazırlamış oldu. Tüm sorgulayışa rağmen üzerindeki ölü toprağından kurtulamayan muhalif kesimler Nuriye Gülmen ve Semih Özakça’nın sokağa çıkmasıyla silkelendi. Her ne kadar eylemlerin başında yaşamsal kaygılar ve kırılan umutlarla seyirci kalınsa da Nuriye Gülmen ve Semih Özakça’nın ısrarcı direnişiyle bir süre sonra toplumsal muhalefet kabuğundan çıkmayı başardı. Nuriye ve Semih’in ardından Ankara dışındaki diğer şehirlerde de akademisyenler ve kamu emekçileri oturma eylemleri yapmaya başladı. Halka halka büyüyen direnişin yarattığı etkiyle rahat uyku uyuyamayan iktidarın toplumsal muhalefeti KHK’lerle sindirme hayali de suya düşmüş oldu. Nuriye ve Semih, Yüksel Caddesi’ndeki İnsanlık Anıtı önünde direniş türküleriyle toplumsal muhalefete ‘muhalif’ kimliğini hatırlatmış oldu. Ankara Valiliği direniş türkülerinin bu etkisini kırmak için güneş batımının ardından ateş yakmayı, türkü söylemeyi, dans etmeyi/halay çekmeyi de yasakladı. Günde 3-4 kez direniş alanına saldırılıp direnişe destek veren insanlar da Nuriye ve Semih ile birlikte gözaltına alındı. Tüm bunlara rağmen direnişin çıtasını daha da yükselten Nuriye ve Semih açlık grevine başladı. Ekmek kavgalarını bir üst aşamaya taşımak için açlık grevine dönüştürülen eylemin direniş halkasını daha da genişletmiş olmasıyla iktidarın etekleri tutuşmaya başladı. Bu bir ekmek kavgasıydı. Ekmeği çalan iktidar ve hırsızlığa karşı onurunu ayaklar altına aldırtmayacak ekmek kavgası veren insanlar tüm çıplaklığıyla karşı karşıyaydı. Yeri geldi “onlar yiyorlar” dediler, yeri geldi “teröristlerin propagandasını yapıyorlar” dediler. Hiçbir söylem, hiçbir baskı direnişi durdurmaya yetmedi. İktidar onursuz yapısının gerektirdiği biçimde son kozlarını kullanarak Nuriye ve Semih’i işkenceyle gözaltına aldı ve tutukladı. Tutuklamalara rağmen Nuriye ve Semih açlık grevine devam ederken muhalif kesimler de bu direnişi alenen desteklemekten ve direnişe dair ufak çaplı da olsa eylemler yapmaktan geri durmadı. Böylece tutuklamaların direnişi bitiremeyeceğinin, artık toplumsal muhalefetin kendine geldiğinin farkına vardılar. Öyle ki Nuriye ve Semih’in direniş alanına dönüştürdüğü Yüksel Caddesi’ndeki İnsanlık Anıtını hala gözaltında tutuyorlar. Yüksel Caddesi’ne de küçük bir karakol yerleştiriverdiler.
Nuriye ve Semih’in direnişte sembolleşmesini kırabilmek için de hapiste psikolojik ve aslında (açlık grevinden ötürü bünyeleri zayıflamaya başladığından hapishane koşulları sağlıklarına zarar veriyor) fiziksel bir işkenceye başlandı.
Onlar için çok şey söylendi ve aynı zamanda söylenmedi. Bizlerde başından beri her meselede olduğu gibi bu sefer de son sözün direnenlerde olduğunu hatırlattık ve direnişçilerin soluğunu birçok yere taşıdık. Belki o direnişçi kamu emekçilerinin, o genç insanların yüzlerini hiç görmemiş ama direnişçileri tanımak için buna ihtiyaç da bırakmayan, onları ilk köle sahiplerinden ve ilk isyancılardan beri tanıyan arkadaşlara taşıdı köyde ve şehirde. Bu yazımızda, direnişi özetleyip son durumu aktaracağız.
Bu yazı yazılırken açlık grevi direnişi 217. gününde, oturma eylemine başlamalarının üzerindense tam 1 yıl geçti. Onlar direnişe geçtikten sonra, hâkim gerçeklik direniyor olmaları oldu ve şimdi direnişten öncesini değil direnişi hatırlıyoruz. Yani sanki devlet, kamu emekçilerimizi işten atmaya başladığında hemen direniş başlamış gibi geliyor ama aslında direnişin öncesi var. Direnişi ve bu biçimde mücadelenin nasıl şart haline geldiğini daha iyi anlamak için öncesine bakmalıyız. Ağa-patron devleti iç gerilimiyle sarsılınca, daha kapsamlı bir sömürü-zulüm mekanizması haline gelebilmek için kendisine kapıkulu olmayan kamu emekçilerini işten atma, işten atamadığı kadarını da attıklarıyla korkutma yolunu tuttu. Devletin bu yönelimine karşı tüm ezilenler bir şey yapmak gerektiğine inanıyordu. KESK; basın açıklamaları, avukat ve geçim desteği sağladı. Kısaca işten atılan kamu emekçilerinin yaşama devam etmesini esas aldı ama bunun ötesinde, devletin sarsılıp ezilenlerin doldurabileceği boşluklar açılırken o boşlukları doldurmaya davranmadı. Örneğin ortaokullarda ve liselerde devlet, dershaneleri ve etüt merkezlerini kapatıp özel okulları çoğaltma yoluna girdi, dershanelerin kapatıldığı 2 yıl içinde dershanelerden de pahalı olan özel okullar hızla arttı, dolayısıyla eğitimde sınıf çelişkilerimiz arttı. Bu durumda sosyal demokrat olduğunu iddia eden belediyeler, ücretsiz belediye dershanelerini çoğaltıp işten atılan hocaları işe alabilirlerdi, almadılar. Büyük bir sendikalar konfederasyonu olan KESK halkla ve halk gençliğiyle eğitim ilişkisi kurabilirdi, ancak kurmadı. Bu arada günler geçerken hükümet daha fazla kamu emekçisini işten atmaya ve işçilere, kadınlara, LGBTİ+’lara, gençliğe, Alevilere, Kürtlere diğer ezilenlere saldırmaya devam etti. Hal böyleyken, Nuriye Gülmen “İşimizi geri istiyoruz” sloganıyla Ankara/Kızılay/Yüksel’de oturma eylemine başladı. Başlar başlamaz polis onu gözaltına aldı. Onların ellerinden çıktı, ertesi gün gene aynı sloganı şehrin merkezine taşıdı. Ertesi gün yine sesini ezilenlenlere duyura duyura o alanı kazandı ve diğer direnişçi kamu emekçileri için merkez oluşturdu. Acun Karadağ, Esra Özakça, Veli Saçılık, Semih Özakça ve ismini sayamadığımız onlarca kamu emekçisi her gün orada bilmeyip merak edenlere mücadeleyi anlatıyor, haberi olup desteğe gelenlere gelebilecekleri bir fiziksel gerçekliği, mekânı sürdürüyor, bilmeyip merak etmeyen polislere direniyordu.
Direnişe iradi olarak göz-kulak tüm duyu organlarını tıkayan reformist gruplar (aynı zamanda reformist gruplar şimdi ellerinde fazlaca iletişim ve başkanlık gücü tuttuğu için) yüzünden direniş yaratabileceği en yüksek etkiyi yaratmıyordu. Nuriye ve Semih hocalar bunun için açlık grevine başladılar, seslerini yükselttiler ve ısrarlarını en sade haliyle dosta düşmana gösterdiler: Ekmeğimizi almadan geri dönmek yok! Bu kararlılık onurlu emekçi halklarımıza ulaşınca reformist gruplar halkın arkasından mecbur kalıp yürümeye başladılar. Açlık grevinin gün seçimi de 11 Mart’tı. Berkin Elvan’ın hala her alanda mücadelemizde izi var, bu da o izlerden biri. Ama 9 Mart’ta TBMM’ye gidip milletvekilleriyle basın açıklaması yaptıktan sonra gözaltına alınınca gözaltıyı kırmak için 2 gün erken başlattılar. 5 gün gözaltında kaldılar, çıktılar ve Yüksel’de direnişi sürdürdüler. Kamu emekçilerinin ve halkın direnç suyu yatağını buldu, aktı yayıldı; Aydın’da, Bodrum’da, Düzce’de, Malatya’da, İstanbul’da da işinden atılan kamu emekçileri oturma eylemlerine başladılar. 23 Mayıs’ta Nuriye Gülmen ve Semih Özakça tutuklandı ve hala tutuklular. Hayatı ve bizi o kadar seviyorlar ki yaşamak da ama kendiliğinden değil, kendisi için, yani sevdiği halde yaşamakta bu kadar ısrarcılar. Açlığa rağmen günlük egzersizleri ve refakatçi arkadaşların dayanışmasıyla direnişi dakika dakika sürdürüyorlar. Onların yaşadıkları her an, onları anlatabileceğimiz, direnişlerinden güç alabileceğimiz andır. Ancak onlar yaşarken direnişlerini güçlendirebiliriz. Yiğit insanların ve cesur yönelimlerin her zaman çıkmadığını unutmayıp her alanda düzeni yani sömürüyü ve zulmü çevremize anlatmalıyız. Bunu yaparken de en küçük görünen sorunları bile çözmeye odaklanmalıyız. Bu yemekhane mücadelesinden barınma hakkımıza, yurt mücadelesine, ortak doğa alanlarımızı temiz tutmaya-korumaya kadar var. Eskisine göre muhalefet edebileceğimiz çok daha fazla sorun var, çünkü sistem krizdedir. Eskisine göre halk iktidarının yolunun açıldığı ülkeler çok yakınımızda. Bütün bu imkânları kendi lehimize çevirdiğimizde mücadele de o kadar ivme kazanmış olur. Gezi öncesinde devrimin ne olduğunu, nasıl olacağını merak ederdik. Şimdi ne olduğunu ve nasıl olabileceğini görüyoruz ama nasıl olmayacağını da. İşte şimdi ve burada iş bizde, yaşam direnişte, büyütme sırası bizde!
ODTÜ’den bir YDG’li