“Ölüm her yerde aynıdır, ama ne mutlu halkının kurtuluşu için şehit düşene.”
Yervant Topuzyan
Onlar dünyayı değiştirmek isteyen, ezilenlerin haklı mücadeleleri için tüm benlikleriyle bedel ödemekten çekinmeyenler… Her biri farklı yerlerde aynı haklı mücadelenin neferleri, devrimin hem ustaları hem çıraklarıydılar. Biri harcı karan, biri tuğlayı yerleştiren, diğeri sıvayı yapan…
Nubar, Serdar, Güzel… Onlara dair yazılar yazdık, mücadeleye olan sevdalarını her satırda anlatmaya çalıştık. Yeminler verdik, Nisan güneşinin aydınlattığı, ısıttığı sevdayı büyütmeye. Her sözümüzün adı sevda; her arşınladığımız sokağa, dağa, tepeye sevdamızın ayak izlerini bıraktık. Ama hiç birimiz Onlar kadar arşınlamadık o sokakları, o dağları, o tepeleri… Hiç birimiz o kadar usta o kadar çırak olmadık.
Son iki sene içerisinde toprakla kucaklaşan her sevda neferi kavgaya olan tutkumuzu daha da harlandırdı. Sıralarını bizlere devreden 17 yüreğin ardından Nubar’ın, Serdar’ın ve Güzel’in gidişleri harlanan ateşin yayılması, dostun düşmanın kendine gelmesi anlamını taşıyordu. Çünkü o gidişler; ayakları yere basan yüce bir umudun arşınladığı onca yolun haklılığını barındırıyordu içinde. Bir insanın ömrünü bir sevdanın hamallığına adaması ve o ömrü omzunda taşıdığı ezilenlerin mücadelesini bir kez olsun bırakmadan tamamlaması haklılığı kanıtlar niteliktedir.
Nubar’da, Serdar’da ve Güzel’de somutlanmış olan haklı kavgamız… Bizi derinden sarsan ve silkeleyen, gidişlerinden öte arşınladıkları yolda kavgaya kattıkları değerler ve bir an olsun yılgınlık göstermeyişleriydi. Bunun adı haklılığa olan inançtan başka bir şey değildir. Her birimiz mücadelenin bir ucundan tutunup mücadele bayrağını yükseltirken ve o bayrağı yükseltecek daha fazla ele dokunma yolunda ilerlerken yavaşladık, düştük, kalktık. Damarlarımızda dolaşan insani zaaflarla ve kaygılarla zaman zaman durduk, zaman zaman taşıdığımız yükün ağırlığıyla ofladık. Kimi zaman çırak olmayı unuttuk, taşıdığımız yükün ağır ve yüce oluşuyla heybetlenerek. Bazen de bizi zayıflatan yönlerimizi önümüze koyup tarttıktan sonra kesip atmak yerine içinde bulunduğumuz toplumun üzerimizdeki etkilerini bahane etme kolaylığına kaçtık. Yeri geldi duygularımızı engel koyduk yolumuza. Evet, insandık. İnsana dair olan her şey doğalında bizi de çoğu zaman bağlayabiliyordu. İnsana dair olan tanıklık ettiğimiz, birebir yaşadığımız başka şeyler de vardı aslında. Bizi biz yapan öfkemizi yönelttiğimiz, kavgaya gönülden bağlı kılan. Tek kelime: faşizm. Bir yanımızda bombalar patlıyor, sarsılıyorduk. Bir yanımızda bodrumlarda insanlar can veriyor yüreğimiz yanıyordu. Her anımızın acıyla, ölümle iç içe olduğu ve olacağı açıktı. Bilmeden düşmemiştik bu yola zaten. Her acı öfkeye dönüyor ama her öfke bilince dökülmüyordu.
Devrim sevdasına kimliğini yakmak
Nubar yoldaş, Ermeni ulusuna mensuptu ve faşizmin tüm hallerini birebir hissederek tarihe tanıklık etmişti. O hissiyatın ve o tanıklığın omzuna yüklediği sorumlulukla mücadelenin doruklarına doğru adım atmıştı. Ve artık çıktığı yolda sadece Ermeni ulusuna mensup biri olarak ulusal bir mücadelenin değil, enternasyonel bir mücadelenin kapılarını aralamıştı. Ne ulusal ne de dini bir kimlik tercih etmiyordu. O ezilen olmanın hangi kimlikle bütünleştirilmesi gerektiğinin bilincine varmıştı. O artık bir devrimciydi. Faşizm her yerdeydi. Omzundaki yük O’na her yerde olmayı da görev eyliyordu. O da her yerde oldu. Adımladığı her yerde umudu, öfkeyi bilinçle donatarak inanca yeni tohumlar kazandırdı. İnsani zaafları öfkesinin, gönülden bağlılığının önüne geçecek olduğunda devrimci bir duruş sergileyerek kesip atabildi. O’nu bize rehber eyleyen de bu duruştur. O duruşuyla, yüreğindeki inancı buluşturabilen, sözüyle eylemi bir olan Komutan Martager’di. O mensup olduğu ulustan ötürü hala ‘ötekiyken’ öfkesini bilinciyle aydınlatabilen Fermun Çırak’tı. O kendisi gibi Ermeni bir devrimci ve komutan olan ve hayatıyla ilgili yazılan kitabının da çevirisini yaptığı Stepan Şahumyan’ın çağımızdaki yansımasıydı. Belki de daha önce böyle bir çırak böyle bir usta görmemiştik. Nubar yoldaş her şeyden öte ezilenlere mensuptu. Ve kendi tarihinden öğrenmiş, yaşamıyla tarihine yeni destanlar eklemişti. Gidişi de başkaca destanların tohumları olacaktı.
Serdar yoldaş da Nubar yoldaş gibi Ermeni ulusunun acılarını yüreğinde kavgaya katarak umudunu inanca, öfkesini bilince dökmüştür. Faşizme karşı tırmandığı doruklardan faşizmin zindanlarına ve bugünlere destansı direnişlerle dolu ve bitmek bilmeyen bir inancı anlatan tarih kitaplarına benziyor.
Faşizmin tüm gücüyle hücrelerini kıskıvrak yakalayarak O’nu alt etme çabası başarısız olmuştu. Silahını kırıp direnirken sol yumruğu bir an olsun titrememişti. Serdar yoldaş idam kararına rağmen devrimci mücadelesine devam ederek ölümü yenmişti aslında. Ölümü yenenleri kimse yenemezdi. Yüreğinde kavga inancını büyütüp beslemiş ve bu inancı halklara pay edebilmiş Serdar yoldaş, ölümü evveliyatında yenebilmenin şanıyla ölümsüzleşmiştir.
Güzel yoldaş, bir anadan öte bir yoldaş. Nubar ve Serdar yoldaşlar gibi ve belki de yaşından ötürü verdiği daha ağır bir ders vardı. Kavgaya olan sevdanın, o sevda için mücadeleden geri durmamanın ne yaşı vardı ne de insani zaaflar, eksiklikler, hatalar, kaygılar mücadele etmekten geri durdurabilirdi. Yaşamı gerçekten soluyabilmenin, yaşamayı ciğerlerinde hissetmenin direnmekten geçtiğini hapishane önlerinden, faşizmin barikatlarına, sokaklara kadar her alanda bize ispatlamıştı. Ona devrimcilerin anası demek karşılamıyordu direnişini. O devrime sevdalı, İbrahim’in, Süleyman Cihan’ın, Mehmet Demirdağ’ın yoldaşıydı. Kavgaya olan sevda; yaşamı soluyabilmektiyse, direnmeden tırmanılamıyorduysa özgürlüğe yükselen doruklar, Güzel yoldaş direndi. Güzel yoldaş yaşadı. Ve O direnişiyle yaşamı, solumayı öğretti. Güzel yoldaş yaşamak ve yaşatmak için direndi. Güzel direnişler, en güzel bedelle taçlanır. O da o güzel direnişiyle toprağı kucakladı.
“Biz ki sevda sözünü çok kullandık
ama pişman olmadık bundan
öfkemizi bilincimizle buluşturan ışık
tek silahımızdı çünkü bizim
Biz ki
sevdadan gayrısını
gelir geçer bulduk dünyada
Sevdadır
mekânı yoktur onun
güllerle öpüşür sularla aydınlanır
ki kararabilir
düşerse hüznün toprağına
kurumuş bir yaprak gibi sallanır
çürümüş dallarında umutsuzluğun
Sevda da çölleşebilir yaşanmazsa
kandilsiz bir leylâ olur sonunda
ki bu yüzden
bir masaldır mecnun
kavga kaçağı, korkak feodal
aşkında direnemeyen
tek düşmüş bi bedevi”
Ahmet Telli
Terazinin Hangi Yanı…
Onlar çıktıkları yolda tereddüt etmeden, kaygılarını bir kenara bırakarak, kötü, çürümüş yanlarını koparıp yeni filizlere can vererek hem çırak hem usta oldular. Onlar İbrahim Kaypakkaya’nın yoldaşlarıydılar. Ondan öğrenmiş, onun mirasıyla yoldaşlık etmişlerdi. Ezilenler yaşamak için direnmeliydiler. Bu yüzden yaşamaktan alıkoyacak ne varsa kesip atmayı direniş tarihinden öğrendiler. Ustalaşmak için yola çıkan bir çırak gibi tereddütsüzdüler. Ustalaştıkları yerden yeni çıraklar yetiştirebilmek için canhıraş emek verdiler. Kendilerini kavgaya öyle katmışlardı ki kavga onlarla büyüyor, onlar kavgayla daha dinç arşınlıyorlardı mücadelenin yollarını. Aileleri, sevdaları, dostlukları, kederleri, mutlulukları, arzuları elbette ki vardı. Elbette yeri geldiğinde ellerini başlarının arasına alıp “şimdi ne olacak” demişlerdi. Ama o soruyu yaşama bilinciyle cevaplayıp devrimci duruşlarıyla somutladılar. Her zaman daha güzel ve daha ileri taşımak için mücadele etme istekleri kaygılarını, yılgınlıklarının yendi, korkularını cesarete dönüştürdü, eksikliklerini sorgulatıp tamamlamalarını sağladı.
Şimdi biz ne mi yapacağız? Ellerimizi kafamızın arasına alıp yaşamak isteyip istemediğimizi sorgulayacağız. Kefenin gri tarafına kaygılarımızı, korkularımızı, hatalarımızı, eksikliklerimizi renkli bir kefeye ezilenler olarak yaşamı ciğerlerimize kadar soluyabilme mücadelemizi koyacağız. Hangisi ağır gelir? Faşizm tüm gücüyle ve her yerde yaşamlarımızı ayakları altına alıp çiğnerken yaşama/yaşatma sevdası için mücadele etmek elbette ki zor. Faşizm hiç tereddütsüz bizlerin yaşamını ayakları altına alıyor, kalanlarımızın bedenlerini de onların kanıyla boyuyor. Böylelikle bizleri de mücadeleden alıkoymaya, yaşamdan koparmaya çalışıyor. Ama tam da bu yüzden yaşamak için direnmeye, özgürlük için mücadeleye tereddütsüz yol almalıyız. Faşizmin saldırıları karşısında “ah vah” edişlerimizin, başımızı ellerimizin arasında unutup duygusallıktan yılgınlığa dönüşün ‘romantik eski devrimcilikten’ öte bir anlamı yoktur.
Nasıl ki Nubar yoldaş faşizmin en yakıcı hissedildiği yerlere arkasına dönüp bakmadan taşımışsa mücadelesini, nasıl ki Serdar yoldaş en karanlık kuyularda ölümü yenmişse, nasıl ki Güzel yoldaş yaşını ve sağlığını mücadeleye engel olmaktan çıkarabilmişse sokaklarda yumruğunu sıkarken imkânsız değil! Bizler İbrahim’in, Nubar’ın Serdar’ın, Güzel’in yoldaşları değil miyiz? Yaşamı güzelleştirecek olan bizim sevdamızdır. Yaşatmak bu sevdaya verilebilecek olan en güzel emektir. Şehitlerimizle aramızda kurduğumuz bu sevda köprüsü ya gri kefeyi seçerek yıkılacak ya da renkli ve ağır olan kefeyi seçerek yeni köprülere gebe olacak.
Ankara’dan Bir YDG’li