Bugün, faşizmin güçlü ve saldırgan, bizim güçlerimizin ise dağınık ve zayıf olduğu bir dönemdeyiz. Bu açıdan merkezlerde değil faşizmin zayıf olduğu alanlara yönelerek, dağınık alanlarda ve diplerde örgütlenerek, un ufak edilen yasallığa sıkışarak değil fiili meşru alanlara yayılarak adım adım gelişerek güç kazanmalı, halkla kademe kademe bütünleşmesini bilmeliyiz.
Uzunca bir süredir yapılmasına ihtiyaç duyulan demokratik siyaset ve devrimci şiddet tartışmaları, Mersin’de HPG savaşçılarının yaptığı eylem sonrası Selahattin Demirtaş’ın açıklamaları vesilesiyle başladı. Sağ bir girişle tartışmaya başlanan demokratik siyaset ve siyasette zorun esaslı rolüne dair doğru bir çizgi geliştirmek, egemenlere karşı yürütülen mücadelenin büyütülmesi için önemli bir yerde durmaktadır. Ancak toplumsal muhalefet içerisinde süren tartışmaların demokratik siyasetin ya da şiddetin, onları açığa çıkartan toplumsal gerçekliklerden kopuk olarak ele alındığı yoğun bir şekilde öne çıkmaktadır. Bu tartışmalarda yer yer az da olsa kalan demokrasinin sayısız bedeller ödenerek, dişe diş bir mücadeleyle, halkın ve onun devrimcilerinin içerisine meşru şiddeti de alarak yükselttiği direnişler sonucu kazanıldığı örtbas edilmektedir. Bu ülkede kazanılan her hakkın, 1 Mayıs’lardan tutalım Newroz’lara, örgütlenme hakkından tutalım kamusal alanlarda Kürtçe konuşmanın “serbestleşmesine” varana kadar her hakkın zoru da içeren uzun erimli mücadeleler sonucu alındığı ilk elden hatırlanmalıdır. Demokratik siyaset denilen şeyin kendisinin dahi nice şiddetli çatışmalar sonucu kazanıldığını unutmamak gerekir. Bu nedenle demokratik siyaset ve devrimci şiddetin kullanılması tartışmalarına, demokratik siyasetin faşizmi gerileteceği, devrimci şiddetin ise bugün AKP’nin ya da sistemin işine yarayacağı yanlış düşüncesiyle yaklaşmamak gerekir.
Bunların ikisi de belli toplumsal ilişkilerin sonuçları olarak, karşı karşıya gelen iki güç için de amaç değil amaçlara gitmek için kullanılan araçlardır. Nesnel durum bu araçların birini esas diğerini tali yapmaktadır.
Yalnızca araç olarak kullanılan demokrasiyi bir örgütlenme içerisindeki kullanımıyla ele alırsak, demokrasinin amaçlara varabilmek için daha doğru kararların alınabilmesini sağlayan bir işlevinin olduğu; ülke siyaseti bakımından ele alacak olursak demokrasinin, halkın yönetim sürecine katılımı, katılım biçimi ve düzeyi olarak açığa çıktığı görülecektir. Yani demokrasi, demokratik siyaset denilen şey ona saplanıp kalınacak, kutsanacak her şeyden daha önemli olduğu gözüyle bakılarak varılması gereken bir son değil, siyaset yaparken kullanılacak bir yöntemdir.
Ancak burada sorun, demokrasi ya da demokratik siyaseti, kişilerin istek ve arzularının, bireylerin düşünüş ve siyaset yapış tarzlarının bir sonucuymuş gibi ele almaktır. Sanki birileri rastlantısal olarak demokratik bir yönetim istemekte birileri de demokratik siyasetten tövbe billah geri durmaktadır.
İşin aslı demokratik siyasetin de ezilenlere uygulanan sürekli bir şiddet biçimi olarak faşizmin de diğer her şeyde olduğu gibi belli toplumsal ilişkilerin, üretim ilişkilerinin bir sonucu olduğu gerçekliğidir. Yeterince fazla insan demokratik siyaseti istediği için demokratik bir siyaset ülke topraklarında egemen olmaz, bununla beraber yeterince fazla insan faşizmi ortadan kaldırmayı arzuladığı için faşizm ortadan kalkmaz. Bunları yaratan belli üretim ilişkileri vardır, bu ilişkiler hakim olduğu anda onlar bu ilişkileri takip ederek ortaya çıkar, bu üretim ilişkilerinin ortadan kaldırılmasıyla da onların mevcudiyeti sonlanır.
Sadece gerilla savaşının zorunlu bir sonuç olduğunu düşünmeyelim, bizzat Türk devletinin uyguladığı faşizm de onun yapısal bir zorunluluğudur. Devlet bürokratları ya da ülke egemenleri öyle istiyor diye faşizm bir yönetim biçimi olarak hüküm sürmez.
Ülkedeki emek gücünün hem yerel burjuvazi, hem de emperyalistler tarafından sömürüldüğü, bu çifte sömürü sisteminin devam etmesi amacıyla ülkedeki üretici güçlerin, -bilinçli olarak- ağır bir şekilde baskılanmasıyla onun özgürce gelişiminin engellenmesi sonucunda zayıf bırakıldığı, bu nedenle de güçsüz bir iktisadi sistemin egemen olduğu ülkelerde ezilenlerin sömürülmesi, onlara uygulanan sürekli baskıyla sağlanır. Böylesi ülkelerde üretim süreçlerinde yaratılan değerden emekçilerin payına o kadar az bir kısım düşer ki ezilenlerin bu paya razı olmaları zorla sağlanır. Emperyalist çağda bu zorun adı faşizmdir.
Türkiye’de bu iktisadi yapının üzerine; bir ulusun egemenlik hakkının bir ulusun devlet kurma hakkının zorla gasp edilmesi de eklenmektedir. Bir yandan kendi milletinden emekçileri yabancı emperyalistler adına sömüren ve bu sömürüden kendi payını alan Türk egemenleri, bir yandan da başka bir ulusun emekçilerini kendi sömürü pazarının içerisinde tutarak ve başka ulusun burjuvazisini kendi egemenliği altına geçirerek ezmektedir. Bir ulusu ezme saldırılarını gerçekleştiren Türk egemenleri, ulusal baskının yanında Kürt emekçilerini daha az ücretle çalıştırma koşullarını yaratmış ve bu daha az ücreti ülkedeki genel asgari ücreti aşağı çekmenin bir aracına dönüştürmüştür. Ulusal baskı, Türk egemenlerinin elinde aynı zamanda, sınıfsal baskıyı ikinci defa ülke çapında yoğunlaştırmanın bir aracı olmuştur.
Yani, ülkede yoğun emek sömürüsüne ek ulusal bir baskı ve bu ulusal baskıyla ikinci defa yeniden yoğunlaştırılan sınıfsal baskı mevcuttur.
Zayıf iktisadi yapıdaki bu ikili durum; egemen güçlerin ulusal ve sınıfsal köleliği aynı anda dayatmaya çalışması durumu, faşizmin sürekliliğini, uyguladığı şiddetin yoğunluğunu, ezilenlere saldığı zehrin boyutunu katmerlemektedir.
Böylesi bir ülkede, o ülkede devrim gerçekleştirilmediği sürece demokrasinin kırıntısından dahi -eğer ortada bir ironi yoksa- bahsedilmez. TC tarihi boyunca, 100 yıllık süre zarfında yaşanan da zaten budur.
Soykırımları anmaya bile gerek yok, daha yakın tarihteki katliamlara baktığımızda dahi bunu net olarak görebiliriz. Cizre’de diri diri yakılan 143 insan, Ceylan Önkol, Uğur Kaymaz, Dilek Doğan, Hakan Arslan, Yüksekova’da zırhlı polis aracının kulesinden açılan ateş sonucu 4 kişinin katledilmesi, Gezi Şehitleri, Roboski Katliamı, Dedeoğulları Katliamı, 19 – 22 Aralık Hapishaneler Katliamı, hapishanelerde yaşanan süreç, Soma Katliamı ve sonrası yaşanan gelişmeler, gerillaya dönük kimyasal silah kullanımı bunlar ve daha fazla katliamdaki verilen cezasızlıklar, ülkedeki yönetimin karakterinin göründüğü en önemli yerlerdir. Ve tüm bunlar, kimilerinin kişisel karakterlerinin bir sonucu olarak değil ülke düzeninin zorunlu bir sonucu ama ülkedeki düzenin sürgit devam etmesi için kasten ve bilinçlice uygulanan yöntemlerdir.
Baştakiler değişse de uygulamaların değişmemesinin nedeni de burada gizlidir.
Tüm bu gerçeklikler siyaseti oluşturan şeyleri; barış ve şiddeti, uzlaşma ve karşı koymayı, ilerleme ve gerilemeyi, birbirleriyle alakası olmayan şeylermiş gibi ele almamamız gerektiğine işaret etmektedir. Meselenin özü, Mao’nun dediği gibi siyasetin kan dökülmeyen savaş, savaşın ise kan dökülen siyaset olduğunun farkına varmaktır.
Bu bakış açısıyla bugünkü tartışmalar bağlamında siyaseti ele alabilir, kınamaya karşı çıkarken devrimci eylemleri savunabiliriz…
Bakınız, Medya Savunma Alanları’ndaki gerilla eylemleri kınanmadı ya da Rojava’ya dönük askeri saldırganlıklara yanıt verildiği zaman bu eylemler kınanmadı. Niye? Neden?
Bir direnişçi, bir savaşçı, bir gerilla onu öldürmek için birileri geldiği zaman mı şiddete başvurmaya hak kazanır?
Bir savaşçının devrimci bir eylemi birileri tarafından niçin silahlı bir saldırı olarak atfedilir? Eylemin yeri ve mekanından kaynaklı mı? Bu savaşı şehirlere gerilla mı sokuyor? Ülkenin özellikle Kürdistan bölgesi ama onun da ötesinde her yeri her meydanı polis gücü tarafından kuşatılmış değil mi? Taksim Meydanı, Galatasaray Lisesi’nin önü, Karanfil Sokak polis gücü tarafından işgal edilmemiş mi? Ülkenin her sokağında her caddesinde silahlı, zırhlı polis araçları dolaşmıyor mu? Yani tüm bu alanlara savaş bizzat devlet tarafından zaten sokulmuş vaziyettedir.
Bu savaşı ortadan kaldırmak isteyenin öncelikle şiddet aygıtlarını burjuvaziye hizmet eden güçlerin tekelinde olduğu statükocu fikrinden sıyrılması gerekir. Savaşı ortadan kaldırmak ve barışı getirmek ortada zerresi olmayan bir demokrasinin söylemiyle gerçekleştirilemez. Türk egemenleri ve onların devletinin güdümünde yükselen haksız savaş, nasıl onun örgütlenme biçiminin zorunlu bir sonucuysa, o savaşı ortadan kaldırmak isteyen halkın savaşı da düşmanının ona açtığı savaşın sonucunda zorunlu olarak var olmaktadır.
Ancak bu gerçekliği yok sayanlar için sağ eğilimli, teslimiyetçi yaklaşımlar en yoğun olarak karşıt iki güç arasındaki uzlaşma durumlarında boy vermektedir.
Bugün 2023 seçimleri yaklaşırken, egemen güçlerin bir bölümünün siyasal alandaki temsiliyetini üstlenen 6’lı Masa ile kurulması ihtimali olan ittifak, toplumsal muhalefetteki sağcı-reformist eğilimi güçlendirmektedir.
Bu eğilimle doğru temelde mücadele edilmesi ideolojik ve kalıcı siyasal kazanımlar için elzemdir.
Mersin’de iki savaşçı tarafından gerçekleştirilen, hapishanelerde yaşananlara ve gerillaya dönük kimyasal silah kullanımına karşı yapılan askeri eylem, öncelikle HDP eski Eş Genel Başkanı Selahattin Demirtaş ve hemen ardından HDP Eş Genel Başkanları Pervin Buldan ve Mithat Sancar tarafından kınandı. Bunun ardından sanki devrimci bir eylemi kınamak için gün doğmuşçasına; EMEP’ten Sol Parti’ye, TİP’ten İHD ve TİHV’e çeşitli içeriklerle yapılan açıklamalarda eylem kınandı.
Bu açıklamaların temel odağı, 2023 seçimlerine duru bir ortamda gitmek… Irak Kürdistanı’nda savaş sürerken ve Rojava’ya dönük askeri saldırı tehditleri devam ederken; ülkedeki her eylemin yasak olduğu, ağacı, doğayı, suyu, emeği, kimliğini savunmanın suç sayıldığı; devrimcilerin hepsinin terörist ilan edildiği, katliamların belli periyotlarla birbirini takip ettiği bir dönemde hala sakin bir süreç aramak, böylesi bir süreç varmış hayaline kapılmak siyasi bir aklın ürünü değildir. Bunlar varken sakin bir ortam nasıl sağlanacak? Faşizmden savaşı bir süreliğine durdurmasını her halde talep edemeyiz.
Peki bu 2023 seçimlerinden umulan medet nedir?
Meclis zaten halkın çoğunluğu için değerini daha fazla yitirmiş durumda ve gün geçtikçe daha fazla yitirecek. Toplumsal muhalefetin seçeceği milletvekillerinin yarısı milletvekilliği döneminde hapishaneye atılacak. Yerel seçimler olsa HDP’li belediye eş başkanlarının tamamının yerine yeni kayyumlar atanacak…
Faşizm, toplumsal mücadelenin bütün alanlarının direnişiyle geriletilmediği sürece olacak olan bu.
Burada da ikinci bir söylem devreye girmektedir: Faşizmin en çok korktuğu şeyin demokrasi olduğu. Bu söz eğer sadece albenili bir ifade olduğu için kullanılmıyorsa apaçık bir aldatmacadır.
Faşizmin korktuğu, esasen de tek korktuğu şey: Halkın iktidarı almak için mücadeleye atılmasıdır. Halk, iktidar mücadelesine katıldıkça faşizmin de onu uygulayan egemen güçlerin de korkusu aynı oranda büyüyecektir.
Seçimler, bizim için burjuva makamlardan daha sonra en az yarısını kaybedeceğimiz mevkiler almak için değil, halkı, diğer dönemlerden daha fazla politikleştirdiği için değerlidir.
Yani meselemiz meclis değil halkla bütünleşmek olmalıdır. Bu ilişkilenme, halkın barış vb. özlemleriyle doğru temelde sağlanabilirse faşizmin yıkılması için adımlar atılabilir. Barışı herkes ister ama barışı gerçekten isteyenler onun savaşarak gelen bir şey olduğunun bilincindedir. Sömürüsüz bir toplum yaratmayı halkın neredeyse tamamı ister ama sömürüsüz bir toplum yaratmak için gerçekten mücadele edenler sömürenlerin açtığı savaşa yanıt olmak zorunda olduklarını bilir. Mersin’deki eylem bu açıdan egemenlerin zulmüne verilen bir yanıttır. Devletin yaratmak için yoğun çaba sarf ettiği kuşatılmışlık hissine karşı ezilenler için imkansız diye bir şey olmadığının güçlü bir tekrarıdır.
Faşizmin geriletilmesi ve yıkılması mücadelesi, siyaseti, bizzat onun tarafından sınırlanan alanlara sıkıştırarak değil, fiili meşru mücadele hattının yükseltilmesiyle kazanılabilir. Faşizme karşı mücadele, fiili meşru mücadelenin kitleyle buluşturulmasıyla yürütülebilir. Bugün, faşizmin güçlü ve saldırgan, bizim güçlerimizin ise dağınık ve zayıf olduğu bir dönemdeyiz. Bu açıdan merkezlerde değil faşizmin zayıf olduğu alanlara yönelerek, dağınık alanlarda ve diplerde örgütlenerek, un ufak edilen yasallığa sıkışarak değil fiili meşru alanlara yayılarak adım adım gelişerek güç kazanmalı, halkla kademe kademe bütünleşmesini bilmeliyiz.
Bunun için gerekirse “terörist, katil” yaftası yemeyi göze almalıyız ama “popülisti, tek adamı, sinmişi” olmamalı böyle yaftalanmamalıyız.
Gençlik, bu mücadele hattının geliştirilmesi noktasında üzerine düşen büyük sorumluluğu almak zorundadır ve barışın sağlanması, ayrımcılığın ortadan kalkması, sömürüsüz bir dünyanın yaratılması için alacaktır.