Korona virüs salgının Türkiye semalarında görüldüğünün açıklanmasının hemen öncesinde gündemin yakıcı sıcaklığını mülteciler oluşturuyordu.
Yunanistan sınır kapısına yönlendirilen binlerce mülteci, TC devletinin kapitalist-emperyalist devletlere karşı kozu olarak kullanılırken haftalarca Yunanistan kolluk güçlerinin saldırılarına maruz kaldılar.
Bu kozdan alınan sonucun tatminkarlığı ise mültecileri tekrar TC devletinin saldırganlığına açık pozisyona getirdi.
Binlerce kişi farklı farklı illere dağıtıldı; gelecekte ezilenler arasındaki birliğe nifak tohumları ekmek ve hakim sınıflar arasındaki uzlaşı-rekabet hallerinde tekrar öne sürülmek üzere gündem dışılaştı.
Ta ki geçtiğimiz günlerde Adana’da yaşanan bir polis cinayetine kadar… 27 Nisan günü Adana’da 18 yaşındaki Suriyeli mülteci işçi Ali El Hemdan, 20 yaş altındakilere uygulanan sokağa çıkma yasağı sebebiyle çalıştığı tekstil atölyesinde verilen mola sırasında para cezası verilmesinden korkarak kaçarken polis tarafından öldürüldü.
20 yaşından küçük işçiler için çıkarılan geçici izin belgesinin olmadığı öğrenilen Hemdan’ın katledilişi, pandemi döneminde işçi ve mülteci olmak ne demek sorusunun en net yanıtı olarak karşımızda.
Sistemin çarkları arasında bir yok oluş…
Ali El Hemdan’ı Adana’ya getiren sebeplerden öldürülüşüne kadar bir bütün sürece göz atmak dahi korona virüsün değil sistemin öldürdüğünün bir yansımasıdır.
Kapitalist-emperyalist devletlerin Ortadoğu üzerindeki politikaları ve bu politikalarda bir bölge karakolu görevi gören TC devleti, bölge halkını ya savaşla ya da göç yollarında ölümle yüz yüze bırakıyor.
Doğup büyüdükleri toprakları, sistemin daha fazla kâr hırsıyla yarattığı rekabetin sonucu olarak yıllardır süren savaş nedeniyle bırakmak zorunda kalanların yaşama savaşı gittikleri her yerde sürüyor. Daha iyi bir yaşam için değil, yaşayabilmek için bulundukları toprakları terk edenler, sistemin çarkları arasında ezilmeye devam ediyorlar. Mülteciler ya botlarda ölüm yolculuğuna ya düşük ücretlerle çalıştırılarak ateş pahasına bir hayata mahkum ediliyorlar.
Ali El Hemdan da henüz çocuk yaşta sistemin çarkları arasında yok edildi. Sırf hayatta kalabilmek için geldiği bir ülkede, güvencesiz çalışma şartlarında, yaratılan toplumsal kutuplaşmanın odağında kimliğinden dolayı ayrımcılığın en boyutlu hallerine uğrayarak ve yaşayabilmek için çalışma zorunluluğunun korona virüs ile çatışmasını yaşayarak öldürüldü.
Yapısal krizini korona virüs aracılığıyla aşmaya çalışan sistemin sömürüsünün gittikçe derinleştiği ve bu haliyle daha da derinleşeceği açıkken korona virüsün değil sistemin öldürdüğü belirlemesini çoğunlukla ifade ediyoruz. Ali El Hemdan’ın katledilişi bunun en net göstergesidir.
Korona virüs ile keskinleşen sınıf çatışması
Diğer yandan “koronavirüsün bulaşıcılığı sınıf tanımıyor” belirlemesinin altının ne kadar boş olduğu bu cinayetle bir kez daha karşımıza çıktı. Bugün biliyoruz ki “kişisel OHAL”lerimize terk edilmiş olan sağlığımız, yaşamsal ihtiyaçlarımızı karşılamak için dışarıda olma zorunluluğumuz ile karşı karşıya. Sabit bir gelire sahip olmamak, koronavirüsün hedef kitlesine girmek ile eş anlama sahip. Dışarıda olmak işçi ve emekçiler için keyfi değil, yaşamsal bir zorunluluk.
Devletin “Evde Kal”, “Hayat eve sığar” gibi başlıklar üzerinden yönetmeye çalıştığı süreçte, ekonomik krizin gittikçe derinleşmesini takiben sermayeyi kollayıp, işçi ve emekçiler üzerindeki sömürüsünü arttırması bu başlıkların kimler için geçerli olduğunu bizlere gösteriyor. Nitekim uygulanan sokağa çıkma yasaklarının haftasonu ve resmi tatil günlerinden ibaret olması, halk sağlığından ziyade üretimin devam etmesinin sermayedarlar için vazgeçilmez olması ile alakalı. Sermayeyi koruyup kollayan devlet, işçi ve emekçileri koronavirüsün açık hedefi haline getirirken şans eseri(!) korona virüsün bulaşmadığını ise kendisi katletmektedir, Ali El Hemdan’ın öldürülüşünde gördüğümüz üzere…
Bu haliyle koronavirüsün tam olarak sınıflar arası çelişkiyi derinleştirmek üzere sistem tarafından kullanıldığını söyleyebileceğimiz gibi ezilenler arasındaki birlik ve dayanışma da yok edilmeye çalışılıyor, bunu netlikle ortaya koymak gerek.
Nasıl ki Ali’nin varlığını, mülteci işçi kimliği ile birlikte işçi sınıfı arasına bir nifak tohumu olarak kullanmaya çalışıyorsa devlet (şovenizm ve ücret eşitsizliği ile), yaratılan işsizler ordusuyla da aynı amaca hizmet edecek bir gelecek hazırlanmaktadır.
Yunanistan sınırında haftalarca zulme uğrayan mültecilerden polis tarafından katledilen Ali, sınıfsız ve sınırsız bir dünyanın zorunluluğunu daha açık bir şekilde ortaya koymaktadır bugün.