Manuel Demir’i 30. ölümsüzlük yılında saygıyla anıyoruz. Bu vesileyle Ermeni Fedailer adıyla başlattıkları ve hayatlarını Ermeni halkının davasına adadıkları, bugün ise Partizan hareketine dönüşerek devam eden mücadelede sayısız Ermeni devrimciler Hrantlar, Hayrabetler, Armenaklar, Yalımyanlar, Ozanyanlar ve Manueller’i de anıyor ve aradan yüz yıl geçmiş olsa da bu mücadelenin devam edeceğini belirtiyoruz.
1915 yılında Ermeni ulusunun yok edilmesiyle bir halka ait var olan tüm değerler yok edilmiş hiçbir iz bırakılmamıştır. Tarihi doku, dil, tarih, kültür zenginlikleri el değiştirmiş; geride kalan Ermeni halkının varlığı yok sayılmıştır. İnkar edilmiş, tarih sahnesinden silinmiştir. Yaşadığı topraklar üzerinde kiliseler, okullar yıkılmış, toplumun varlık koşulları ortadan kaldırılmıştır.
Soykırımdan kurtulmuş varlıklarını Anadolu’da Kürt halkı ile iç içe yaşayıp devam ettiren Ermeni halkının çocukları eğitim görebilmek, kendi ana dilini öğrenip okuyabilmek için sadece İstanbul’da bulunan Ermeni okullarına gitmek zorunda bırakıldılar. Anadolu’yu karış karış dolaşarak çocukları İstanbul’da toplayıp Ermeni kültürü ile yetiştirmek için uğraşan, hayatlarını Ermeni halkının refahı ve geleceği olan çocuklar için adayan Der Giragos’tan saygıdeğer Patrik Şinork Kalustyanların emek ve çabalarını unutmuyoruz. Unutmayacağız.
Anadolu’da yaşam savaşı veren Ermeni kimsesiz ve yoksul aile çocuklarını İstanbul’a getirerek okutan eğiten ve bakımlarını üstlenen Patrik’in hizmetleri Kastamonu’ndan Amasya’ya, Sivas’tan Şırnak’a, Wan’dan Diyarbakır’a, Malatya’ya kadar uzanmaktadır.1915 sonrası Ermeni halkının tek eğitim mekanlarını İstanbul Ermeni liseleri oluştururken Armenakların, Manuellerin, Hrantların, Hayrabetlerin, Ozanyanların hayatları burada kesişmiştir.
Ermeni Lisesi Partizanların Kalesi…
Soykırımdan kurtulan ailelerin yeni nesil gençlerini hayat İstanbul’da buluşturdu. İçimizde henüz Türkçe bilmeyenler dahi vardı. Sonradan her biri mükemmel derecede Ermenice ile Türkçe’ye vakıf oldular. Bu durumda olan bazı arkadaşlarımız “Ermeni değilsiniz” diye okullara bakanlık tarafından alınmadılar. Şanslarını kaybettiler.
Manuel Demir’in ailesi Kayserili Ermeni ailelerinden olup İstanbul’a göç etmişlerdi. İlköğretiminden sonra o da lise öğrenimine Ermeni Lisesi’nde devam etti. Manuel arkadaşları arasında hemen kendini gösteriyordu. Zeki ve çalışkan yönleri ile tanınırken sınıfta hiç kalmadan okulu bitirdi. Arkadaşları arasında toparlayıcı yanı ile tanınırken, espri yapmayı çok severdi.
Derslerinin dışında boş vakitlerini her zaman devrimci yayınları okuması ile geçirirdi. Ahpariklerin verdiği devrimci romanlar ile klasikleri okuyup çoktan tartışır duruma gelmişti. Ayrım yapmadan, sol yayınları okuyarak dönemin sol içi tartışmalarında doğru ile yanlış arasında doğruyu savunabilme algısı genç yaşında oluşmuştu. Tercihini Kaypakkayacılardan yana koyarak sevdasını belirlemiş oldu.
Hrant Dink’in de aralarında olduğu soykırım mağdurlarının, milli baskıyı iliklerinde hisseden yoksul Kürtlerin, en alttakilerin buluşma noktasının Kaypakkaya olması tesadüf değildir. Bunun en derininde yatan gerçeklik doğru teşhis ile hakikatin ifadesidir. TKP’den başlayarak günümüze kadar inkar edilen Kürt realitesinin kabulü ile Ermeni soykırımını ifade etmiş olmasıdır, onları Kaypakkaya’da buluşturan.
Anti-faşist, anti-emperyalist mücadele saflarında örgütlenen devrimci gençler artık çevresindeki çemberi aşarak profesyonel kadrolar olup devrimci faaliyet içerisinde sınıf kardeşleri ile birlikte hareket etmeye başladılar.12 Eylül faşizminin kara bulut gibi çöktüğü yıllarda herkes gibi bedel ödediler. İşkenceler ile karşılaştılar. Uzun yıllar cezaevlerinde yattılar. Garbis Altınoğlu’na yapılan işkenceleri sonradan polis itiraf etti. Altınoğlu 12 Eylül’de işkencelere karşı direnmenin sembolü haline geldi. Diyarbakır Cezaevi’nde vahşeti yaşayan Garabet Demirciler, Serdar Canlar… yaşadıklarına halen inanamıyorlardı. Sanki ikinci defa dünyaya gelmişlerdi. Onlar hakkında Dünya Af Örgütü “öldü” diyerek araştırma yapmıştı.
Garbis Altınoğlu ile başlayan, Armenak Bakırcıyan ile sürdürülen ve bugün efsane haline gelen, Ermeni Fedailer’in 6. şehidi Nubar Ozanyan’ın ölümü arkadaşları, dostları Ermeni halkını derinden yaralamış ve üzmüştür. Bugün dahi yurtdışında iltica talebinde bulunan gazeteci, ilerici, devrimciler yurtdışına gönderilen “infaz timleri” tarafından ölümle karşı karşıya kalmaktadır. Tıpkı 12 Eylül AFC döneminde darbecilerin çeteleri olan Ağcaları, Çatlıları Avrupa’ya salarak Ermeni devrimci Nubar Yalımyan’ı katletmeleri gibi.
1915’den sonra Ermeni halkının yetiştirdiği en güçlü kalemlerden olan Hrant Dink yine çeteler tarafından arkadan kalleşçe vuruldu. Hayrabet Hançer yine devrimci-demokrat yayıncılığın genel yayın yönetmeni olduğu olağanüstü koşullarda işkence ile susturulamayınca devlet çeteleri görevlendirilerek Kayseri’de herkesin gözü önünde gündüz vakti infaz edildi.
İşkence devlet politikasıdır…
Sömürü, talan düzeninin devam etmesi için zor yönteminden bir an olsun vazgeçmeyip işkence ile ayakta durmaya çalışan düzenin sicili bu anlamda oldukça kirlidir. Dünyada ilk sıralarda yer almaktadır. Bu gerçekliği karartmak, gizlemek bir yana artık paralı akıl hocaları televizyonlarda aleni işkenceyi hem de yöntemleri ile beraber savunur duruma geldiler. En son yol kontrolü sırasında tutuklanıp Emniyet Müdürlüğü binasından aşağı atılarak öldürülen Murat Araç’ın durumu ortadadır. Oğlunu teşhis eden anası “darp, morluk, işkence” izlerinden sonra “oğlumun katili devlet”tir demişti.
Manuel Demir’in eniştesi, yoldaşı ve aynı zamanda Proletarya Partisi kadrolarından olan Raci Yılmaz 80 yıllarının Kaypakkaya geleneğinin sevilen, fedakar ve çalışkan kadrolarından idi. İTÜ’de gençlik faaliyetlerinde sivrilmiş, partinin kadrosu haline gelmişti. Raci ile Manuel artık yoldaştılar. Samsun-Bafra’da kitle faaliyetlerinde gözle görülür bir yükselme görülünce aranmaya başladı Raci. Sıkıyönetim komutanlığınca tutuklama kararı çıkarıldı hakkında. Halk tarafından sevilen Raci Yılmaz ilk defa Kaypakkayacıların tanınması, örgütlenmesi, bölgede yürüyüşlerin yapılmasında rol oynadı. Samsun’da dikkatleri üzerinde topladı.
Ama cellatlar onu da aramızdan erken kopardılar. “Hiçbir zaman sağ ele geçmez”, “İşkencede çözülmez” istihbaratını alan cellatlar İstanbul’da evinin önüne pusu kurarak sorgusuz sualsiz kurşun yağmuruna tutmuş ve onu 6 Aralık 1980 yılında infaz etmişlerdi. Cenazesi Bafra’da toprağa verildi. Raci Yılmaz’ın şehit düşmesinin ardından köyünde baskılar olanca hızıyla devam etti. Köy TİKKO’cuların köyü ilan edildi. Hedef tahtasına konuldu. Devrimci faaliyetlerde bulunmak için gittiği Samsun’da tutuklanıp gözaltına alınan Manuel Demir ilk defa burada işkencelerle karşılaştı. İlk sınavında başarılı oldu. Samsun polisi işkencede istediklerini alamayınca onu 1. Şube İstanbul Siyasi polislerine teslim etti.
Gayrettepe 1. Şube İşkence Karargahı…
Eğilmez baş, çelik yürek Manuel Demir, İstanbul 1. Şube Emniyet Müdürlüğü polisleri tarafından İstanbul’da 24 Ocak 1988 yılında infaz edildiği zaman henüz 25 yaşındaydı. Aynı zamanda TKP-ML Genel Sekreteri Süleyman Cihan’ın gözaltına alınarak katledilmesi sırasında gözaltına alınan ve burada gördüğü işkenceler sonrasında “öldü” denilerek morga kaldırılan ancak yaşıyor olduğu açığa çıkınca tedavi altına alınan Hasan Bayrak’ın ömür boyu felçli olarak yaşamasından sorumlu olan da I. Şube Komünistler Masası’dır. 12 Eylül’de binlerce Partizan’ı işkenceden geçiren, sakat bırakan, ömür boyu tedavisi olmayan psikolojik sorunlar yaşatanlar bu masada görev yapan cellatlar, bu cellatların başında bulunan “Kemikkıran”, “Cüneyt”, “Kekemeç” takma isimli işkencecilerdir.
İşte Manuel Demir böyle ağır sıkıyönetim koşullarında bu işkenceci zebanilerin eline düştü. Komünist Parti’nin bir neferi, hem de Ermeni milliyetine mensup bir devrimciye işkence yapmak iştahlarını kabartıyordu. İntikam duygusuyla hareket ediyorlardı. Gözaltı süresinin 3 ay (90 gün) olduğu sıkıyönetim koşullarında Manuel Demir işkencecileri kendi inlerinde yenilgiye uğrattı. “Ser Verip Sır Vermeme” geleneğini işkencelerde sürdürdü. Mehmet Zeki Şerit, Raci Yılmaz, Süleyman Cihan ve birçok Partizan’ın canları pahasına ödediği “direnme ruhunu” yaşattı.
Ermeni milliyetine mensup bir Partizan’a sadist, ırkçı, faşist duygularını tatmin etmek için işkencenin bütün çeşitlerini denediler. Aşağıladılar. Çarmıha gererek kendilerini tatmin ettiler. Her falaka, elektrik ve filistin askısında oğlunun acılarını, Yeter Mayrig, yüreğinin en derin kendisine uygulanıyormuşcasına iliklerinde, hücrelerinde hissetti. Saçlarını ağarttı.
Gayrettepe sınavını başarıyla geçtikten sonra sırasıyla Selimiye, Hasdal, Sultanahmet, Sağmalcılar askeri cezaevlerinde kaldı. Düşmana inat yarasını hiçbir zaman göstermedi. Soğuk, nemli hücrelerde hayata tutundu. Partizan tutsaklarının bulunduğu koğuşa gelince tutmayan kolları masaj yapılarak sağlığına kavuştu. Hiçbir zaman elinden düşürmediği sazını, marş ve türküleri sazının tellerine vurarak düşmana inat çalmaya devam etti.
Generaller çetesinin yürürlüğe koyduğu askeri yaptırımlar bütün cezaevlerinde yürürlüğe konulunca, siyasi tutuklulara “tutuklular artık askerdir, marşlar söylenecek” dayatmasında bulunuldu, Tek Tip Elbise getirildi, “Komutanım” tekmili vermesi istendi. Tüm hapishanelere gönderilen bu genelgeyle amaç devrimci iradeyi teslim almak, kişiliksizleştirmek, insan onurunu ayaklar altına almaktı. Devrimciler teslim olmayarak bu yaptırımlara karşılık verdiler. Devrimciler tarihi bu döneme altın harflerle bedeller ödenerek yazıldı.
Bugün de yapılmak istenen budur ve devrimci azim/kararlılık dün olduğu gibi bugün de teslim olmayacak, bu uygulamalardan zaferle çıkacaktır.
İnsanlık onuru işkenceyi yenecek…
1981 yılında girdiği cezaevinden 1985 yılında tahliye olduktan sonra bir saniye dahi boş durmadı Manuel Demir. Ünal Küçükbayrak ile dağılan, yok olan Parti yapısını yeniden ayaklar üstüne getirmek için yoğun emek ve çaba sarf etti. 1. Şube siyasi polisinin sıkı takip ve tutuklamalarına aldırış etmeden mücadeleye devam etti. Cezaevlerinden tahliye olan tutukluları rahat bırakmayan polisin izini atlatarak Dersim’e gidip gerillalarla buluştu. Rahat nefes alabilmek, bir dönem gözlerden ırak kalmak için yurt dışına gitme talebini “yurt dışı altından kafestir” diyerek kabul etmedi.
Zulmün, faşizmin kol gezdiği, generallerin zafer sarhoşluğuna kapıldıkları; “solu ezdik, bitirdik” naralarının atıldığı bir zamanda faşizmin tepesine inen Kandıra Piyade Alayı Baskını ile Metris Cezaevi firarları karşısında egemenlere adeta “şok” yaşattılar.
Kandıra Piyade Alayı Baskını olarak tarihe geçen olay Baba Erdoğan ile Manuel Demir önderliğinde gerçekleşen bir eylemdir. “Güçlü”, “yenilmez” denilen ordunun kağıttan şato olduğunu ispatladılar. 12 Eylül’den sonra faşizme indirilen darbede, mayın deposuna girilerek etkisizleştirilen askerlerin silahlarına el konuldu. Yine 26 Mart 1988 yılında Metris Cezaevi’nden 60 metre tünel kazarak özgürlüklerine kavuşan 29 Partizan’ın firar eylemi,12 Eylül’den sonra gerek yurt içinde, gerek yurtdışında ve uluslararası alanda halklar arasında sempati ve sevinç ile karşılandı.
Faşizme, emperyalizme ve katliamlara karşı Mustafa Suphilerden Seyit Rızalara, Denizlerden Mazlum Doğanlara, Kaypakkayalara şehit düşenleri andığımız Ocak ayının son haftasında yeni bir dünya yaratma mücadelesinde “Partizanlar yaşıyor, devrim şehitleri yaşıyor…” diyoruz bir kez daha.
100 yıllık tarihimize baktığımızda katliam, zulüm, işkence ve idamların hiçbir zaman eksilmediğine tanıklık ediyor ve yaşıyoruz. Osmanlı’da da böyleydi, cumhuriyet tarihinde de böyle oldu. Cumhuriyetin kurucu kadrolarının hepsinin İttihat Terakki Cemiyeti kökenli oluşu, aynı şekilde bütün birikimlerini yeni kurulacak Cumhuriyet için harcadılar. Anadolu’nun mazlum halklarını Rum, Ermeni, Süryanileri “Tehcir Kararı” ile anayurtlarından ederken “ulus devlet inşası”nın halkların kanı üzerinden gerçekleştirdi.
24 Nisan 1915 yılında Ermeni halkının önderleri birer birer tutuklanıp sürgün yollarında çeteler tarafından öldürülürken SDHP (Sosyal Demokrat Hınçak Partisi) Fedaileri direniş cephesi örgütlenmesinde yer aldılar. “Padişaha suikast planlaması” gerekçesi ile tutuklanan Fedailer, Talat Paşa emri ile idama mahkum oldular. Türkiye devrim mücadelesi tarihinde ilk idama mahkum edilenler bu Ermeni Fedailer oldular ve Beyazıt Meydanı’nda darağaçlarında idam edildiler. 15 Haziran 1915’te yirmi Fedai’nin katledilmesi ile başlayan idamlar, 1938’de Seyit Rızalar, Deniz-Yusuf-İnanlar, Erdal Erenler ile devam ederken, onları 1983 yılında Ermeni Fedai Levon Ekmekçiyan’ın idamı izledi.
Fedailer idam sehpalarında ölümü kucaklarken arkalarında unutulmayacak, tarihe not düşen direniş geleneğini bugünlere, bizlere miras bıraktılar. Sloganları ile İttihatçıları şaşkına çevirdiler. Mücadelemizin sembolleri oldular. İdam sehpalarında “Yaşasın sosyalizm! Yaşasın Ermenistan” sloganları ile ölüme gittiler. Parti önderi Mateos Sarkisyan “Siz sadece bizim vücudumuzu yok edebilirsiniz, fakat inandığımız fikirleri asla! Yarın Ermenilik ülkenin doğusunda özgür ve sosyalist Ermenistan’ı selamlayacaktır. Yaşasın Sosyalizm” diyerek ölümü kucakladı. Yine Yervant “Ölüm her yerde aynıdır, ama ne mutlu halkının kurtuluşu için şehit düşenlere” diyerek sosyalizm ve devrim tarihine adlarını yazdırdılar.
Kanlı tarihimiz Seyit Rızaların idamları ile devam etti. İlerlemiş yaşına bakılmaksızın yaşı küçültüldü. Oğlunun yaşı ufak olmasına rağmen yaşı büyültülerek 1938’de idam edildiler. Yasalar çiğnenerek son istekleri de yerine getirilmedi. Son istekleri sorulduğunda “40 liram ve saatim var, oğluma verin” demişti. “Onu da asacağız” dediler. “O zaman beni de oğlumdan önce asın” der. İsteği kabul edilmez, oğlu Resik Hüseyin, Seyit Rıza’nın gözleri önünde asılır. Bugün artık sloganlaşan o sözünü esirgemeden “Ayıptır, zulümdür, cinayettir” der. Teslim olmaya zorlanır, ama imkansızdır. Son sözünü Atatürk’ün suratına söyler “Ben sizin yalan ve hilelerinizle baş edemedim. Bu bana dert oldu. Ama ben de sizin önünüzde diz çökmedim, bu da size dert olsun” diyerek bugün halen devam eden Kürt ulusal mücadelesinde direnişin, fedailiğin ve teslim olmamanın bayrağı olarak yaşıyorlar.
12 Mart darbesi sonrası 6 Mayıs 1972 yılında Deniz, Yusuf, Hüseyin idam edilirken 20’lerin, Seyit Rızaların direniş geleneğini idam sehpalarında yaşattılar. “Yaşasın Türk ve Kürt halklarının bağımsızlık mücadelesi! Yaşasın Marksizm-Leninizm! Kahrolsun Emperyalizm” sloganları ile ölüme boynu bükük değil, devrim tarihinde birer manifesto olarak gittiler.
Kana doymayan 12 Eylül’ün faşist generaller çetesinin icraatlarında yine aynı hukuksuzluk ve zulme tanık oluyoruz. Erdal Eren yaşı küçük olmasına rağmen, yaşı büyütülerek idam sehpasına yollandı ve onun da son isteği yerine getirilmedi. Avukatı dahi kimseyle görüştürülmeden idam edildi. Son mektubunda annesine yazdıklarıyla “herkese devrimci selamlar”ını iletirken, devrim ve sosyalizme olan bağlılığını ilan ediyordu. Ölümünden sonra zulüm olduğu gibi devam etti. Kimsesizler Mezarlığı’na gömülmek istendi.
Levon Ekmekçiyan idam sehpasında
1915 yılında yaşadığı topraklar üzerinden “ancak çölde yaşayabilirler” denilerek, buna müstahak görülüp sürülen Ermeni ailelerinden biri olan Ekmekçiyanlar, bugün halka anlatıldığı gibi bu toprakların yabancıları değil, öz sahipleridirler. Onlar da Malatyalı, Antepli, Sivaslı, Urfalılar! “Kılıç Artıkları”dırlar. Önce Suriye çöllerine sürüldüler. Yetmedi, bitmeyen zulüm ile daha ileri Lübnan’a gitmek zorunda kaldılar. Anası Adanalı, babası Adıyamanlı’dır Levon’un. Lübnan’da genç yaşlarda Ermeni sorununun sebeplerine odaklanmış, ASALA etrafında örgütlü mücadeleye katılmıştır.
ASALA Örgütü 1970 yılında Filistin Kurtuluş Örgütü’nün de yardımıyla kuruldu. Dünyanın dört bir tarafına nar taneleri gibi dağılan Ermeni halkının en son nesli, soykırım gerçekliğini dünyaya duyurmak ve çözüm aramak için mücadele başlattılar. Amaç “BM ve ülkeler nezdinde soykırımın tanınması, Türkiye’nin tazminat ödemesi, işgal edilen toprakların geri verilmesi” idi. Bu yüzden gerçekleştirilen eylemlerde, dünyanın değişik ülkelerinde, Türk diplomatlarına karşı cezalandırma ve intikam eylemlerinde toplam 42 Türk diplomat öldürüldü.
Ermeni davasını üstlenen Fedailer, hiçbir korku ve tereddüde kapılmadan üstelik, Ankara’nın merkezinde eylem yaparak dünyayı Ermeni soykırımı konusunda tavır almaya ve kamuoyunu düşünmeye çağırdılar. Bugün dünyada 50’den fazla devletin parlamentolarında Ermeni soykırımı yasası kabul edilmişse bunu Fedailerin çıkarsız, bedel ödeyerek, kanları ve emekleri sayesinde olduğunu kabul etmek gerekir. Ermeni düşmanlığı üzerine inşa edilen ve her daim sıkıştıklarında milliyetçiliği körüklemek için politika haline getirenler, bu düşmanlığı 12 Eylül’de oldukça işlemiş ve had safhaya vardırmışlardır. Ermeni halkının yurtdışına göçünün en yoğun olduğu dönem olmuştur bu dönem.
ASALA tarafından oluşturulan, Garin (Erzurum) Operasyon Grubu’ndan olan Levon Ekmekçiyan ile Zohrab Sarkisyan, generaller çetesinin başbakanını, emekli asker Bülent Ulusu’nun cezalandırılmasını üstlendiler. 12 Eylül Askeri Faşist Diktatörlüğü’nün saldırılarının en azgın olduğu, devrimci hareketin ağır yenilgi aldığı, cezaevlerinin devrimci tutuklular ile dolu olduğu, PKK’nın yeniden toparlanabilmek için Bekaa Vadisi’ne çekildiği dönemlerde; Levon ile Zohrab Ankara-Esenboğa saldırısında bulundular. 7 Ağustos 1982 yılında gerçekleştirilen Esenboğa eylemi, Türk devletini şaşkına çevirdi. İlk defa böyle bir eylem ile karşı karşıya kalan devlet Fedaileri yok etmek için rastgele sağa sola ateş açarak, panik havasında gözlerini kırpmadan 9 kişinin ölümü, 80’e yakın kişinin yaralanmasına sebep oldu. Operasyonda son mermisine kadar savaşan Zohrab Sarkisyan şehit düşerken, Levon Ekmekçiyan yaralı olarak esir düştü.
Generaller çetesinin eline ilk defa yaralı bir Fedai esir olarak düşmüştü. Devrimci hareketler ağır darbeler alırken, Ermeni halkı üzerinde ağır baskı aracı olarak kullanıldı Levon. Psikolojik savaşın bütün kirli yol ve yöntemleri uygulandı onun nezdinde. Fedaileri itibarsızlaştırmak için işkence ile itiraflara zorlandı. Bu süreçte kirli propagandanın etkisinde kalan bir Ermeni Taksim Meydanı’nda benzin dökerek kendini yaktı. Rehin alınan Ermeni Patrikhanesi zorunlu olarak aleyhte açıklama yapmaya zorlandı. Tıpkı bugün Efrîn işgal harekatına Patrikhane’nin destekleme mesajları yayınlamaya zorlanmaları gibi.
Çetebaşı Kenan Evren’in damadı olan Erkan Gürvit, Levon Ekmekçiyan’ın sorgusunu üstlendi. Dönemin MİT Daire Başkanlığı’nda görevli olan Gürvit anılarında “Ben Esenboğa’da yakalanan L. Ekmekçiyan’ı, yaralı ele geçen ASALA militanını 3 ay sorgulayan tek kişiyim” diyerek övünmüştü. İşkencelerin bütün çeşitlerini üzerinde denediler. Kimse ile görüştürmediler. Savunmasında hiçbir avukata yer verilmedi. Olay yerindeki deliller karartılarak, hiçbir inceleme yapılmasına izin vermediler. 1982 yılında Ankara 3 No’lu Sıkıyönetim Askeri Mahkemesinde tek celsede idam kararı verildi Levon için. İdam kararının açıklanmasının ardından Kandilli Kilisesi Vakfı Başkanı olan işbirlikçi tercüman Dikran Kevorkyan’a dönerek Ermenice “beni kandırdın” diyen Levon, bir anlamda davanın özetini yapmış ve tarihe bu davayı böylece not düşürmüştü.
Kenan Evren “Asmayalım da besleyelim mi?”
Toplam beş aylık esaret sürecinde görülen tek celselik mahkemede idama mahkum edildi Levon. Alınan kararlar ile faşist devlet kendi kanunlarını çiğnedi. Toplumun hiçbir kesiminden itiraz gelmedi bu karara. Tek tepki emekli savcı Mehmet Ali Sebük’tendi. Ulusalcı ve sağ görüşleri ile tanınan Sebük döneminde Nazım hikmet’in de avukatlığını üstlenmiş gerçek bir “hukuk insanı” idi. Sebük, Levon ekmekçiyan kararının ardından Ankara’ya giderek yetkililerle görüşmüş, “hukuk cinayeti işleniyor, derhal tahliye edilmelidir” diyerek tepki göstermiştir. Sebük’ün Ekmekçiyan’ı savunma talebi de reddedilmiştir. Avukatsız bir sanığa idam cezasının verilmesini yasalara aykırı olduğunu anlatmaya çabalayan Sebük, bütün yollar tek tek kapandıktan sonra AİHM’e giderek davanın takipçisi olmuştur. Ama generaller çetesi bir kere idam edilmesine kesin karar vermişlerdi. İdam edilecekti!
Generaller çetesi “asmayalım da besleyelim mi” diyerek 17 devrimciyi, 9 sağ görüşlü mahkum ve adlilerle birlikte toplam 50 kişiyi idam ettiler.
Levon Ekmekçiyan toplam 5 aylık cezaevi sürecinde 3 ayını işkencelerde geçirmiş, iyileşmeyen yaraları ile idama götürülmüştü. İdama götürülürken hiçbir basın, bir Ermeni yetkili veya papaz bulundurmadılar. Kimse son sözü nedir bilmiyor. Ama bilinen bir gerçek o da şudur ki; Süleyman Sırrı Önder’in deyimiyle “idama giderken bile dövdüler, o güne kadar hiç denenmemiş yöntemlerle işkence edildiğini öğrenmiştik Ekmekçiyan’a.”
12 Eylül anılarının anlatıldığı “Kadınlar Mamak Cezaevi’ni anlatıyor” bölümünde son gece için “bu korkunç saatlerin halen o dönemde tutuklu olanların hafızlarından çıkmadığına” vurgu yapılıyor. “Bir gece yarısı iç emniyetin nöbetçilerinin düdükleri telaşlı telaşlı öttü. Panik halinde hızlıca kapı mazgallarımız kapatıldı. Olağanüstü bir durum olduğu aşikardı. Her zaman ranzadan hızlı atlayan Şeniz, Meral ve Sükun kapı altına yatıp pozisyon aldılar. Takım elbiselerinden iyi tanıdığımız Ekmekçiyan’ın sürüklenerek götürüldüğünü görmüşlerdi. Bunun idam olduğunu hemen anlamıştık, hava ölüm sessizliğinde buza kesmişti. Ertesi günde idam haberi doğrulandı” diye yazıyor.
Lübnan’dan göç ederek gelip Paris’e yerleşen Ekmekçiyan ailesinden önce babaları, senelerin verdiği acı ve ıstıraplara dayanamayarak vefat etti. Ana Efronia ise “oğlumun cenazesine kavuşmadan ölmeyeceğim” diyerek inadına oğlu Levon Ekmekçiyan’ın cenazesinin almak için hukuk mücadelesi başlattı. Bir dönem İHD Başkanlığı yapan Avukat Eren Keskin, kimsenin cesaret edip üstlenemediği bu davayı kabul etti. 30 seneden fazladır beklediği oğlunun cenazesine Kimsesizler Mezarlığı’ndan alınarak ailesine teslim etti. Senelerin verdiği yorgunluk ve hastalıklara dayanamayan Efronia Ana bir sene sonra vefat etti. Oğluna kavuşmuş ve şimdi gönül rahatlığıyla göç edebileceğini düşünmüştü sonsuzluğa.
12 Eylül’ün yaratmış olduğu travma herkeste etkisini göstermiştir. Şu veya bu şekilde etkilenmeyen kalmamıştır bu dönemde. Akademisyeninden yazarına, sendikacısından barış savunucusuna kadar yargılanmayan, bu dönemden nasibini almayan kalmamıştır. Bir avuç kalmış korku içinde yaşama tutunmaya çalışan Ermeni halkından din adamları Manuel Yergatyan (Manuel Eldemir), Hrant Küçükgüzelyan bu dönemde tutuklanıp Gayrettepe işkencelerinden geçirilmişlerdir. Çok büyük haksızlıklarla karşı karşıya kalmışlar, tutuklanıp uzun seneler cezaevlerinde kalmışlardır. Komplo, oyun ile havaalanında tutuklanan Manuel Yergatyan ASALA ile ilişkilendirilmek istenmiş ve bunun üzerinden başlatılan ve seneler süren düşmanca kampanyalarla linç edilmiştir. 5 yıldan sonra cezaevinden çıkması gerekirken, kin ve nefret ile 14 yıl cezaya çarptırılmıştır. Kaldığı cezaevlerinde korkudan Ermeni çevreleri ilgilenememiş, yanlızlaştırılmışlardır. Sadece Hrant Dink ile Bilgesu Eranus yardımcı olmuşlardı. Uzun seneler cezaevlerinde kalmanın sonucu yakalandıkları hastalıklardan dolayı yurtdışında genç yaşlarında ölmüşlerdir.
İçinden geçtiğimiz zor ve çetin süreçte barbarlık ve vahşetin bütün çeşitlerine tanık oluyoruz. Başta halen nerede, hangi kimsesizler mezarlığında olduğu bilinmeyen, bir mezar taşı olmayan Zohrab Sarkisyan ile adları ve yerleri belli olmayan demokrasi ve özgürlük mücadelesinde şehit düşenleri, ebedi istirahatlarında rahat bırakılmayıp, mezarlıkları tahrip edilen özgürlük savaşçılarını saygıyla anıyoruz.
Bir gün mutlaka onların da mezarlıklarını karanfillerle donatacağımız günleri göreceğiz. Bir gün mutlaka…