Kürt ulusu, TC tarihi boyunca egemen Türk hâkim sınıfları tarafından imha ve inkâr politikaları ile acımasız bir milli baskıya maruz kalmıştır. Emperyalizmin dışarıdan desteğini alan yerli hâkim sınıflar, kendisine bağlı siyasi partiler ve iktidarları aracılığı ile feodal-burjuva eğilimi olan ırkçılık politikasını benimsemiş; Kürt milleti başta olmak üzere, ülkedeki tüm azınlık milliyetler bu politikanın bir sonucu olarak ya soykırıma uğrayarak yok olma ile karşı karşıya kalmış ya da zorla göçe maruz bırakılarak dilinden ve kültüründen uzak bölgelerde asimilasyon tehdidi ile yaşamaya zorlanmıştır.
Başta Çin’de büyüyen BPKD olmak üzere tüm dünyada gelişip büyüyen devrim hareketi, Türkiye’de de karşılık bulmuş, gençliğin öncülük ettiği TDH ilk kopuşunu gerçekleştirerek silahlı bir atılım başlatmıştır. Bu atılım aynı zamanda İbrahim Kaypakkaya’nın öncülük ettiği Proletarya Partisi’ni ortaya çıkararak ezilen halkların umudunu perçinlemiş- tir. Ülkemizdeki devrimci hareket çeşitli biçimlerde sekteye uğrasa da yine de sınıfsal anlamda ezilen kesimlerin öfkesini bilemiş, sermayeye büyük bir korku yaratmıştır. Lakin o dönemler yine de eksik olan bir şeyler vardı. Batıda sınıfsal hareket belli ölçüde gelişip büyüyordu. Sendikaların ve örgütlerin öncülük ettiği birçok grev örgütlenmiş, 15-16 Haziran gibi büyük işçi direnişleri ile adeta hâkim sınıflara kendi sonlarının fragmanı izletiliyordu.
Batıda genel durum böyle idi. T. Kürdistanı’nda var olan milli baskıya karşı pratik anlamda tam olarak “kalıcı” bir el değmemişti. Ülkede hâkim sınıfların temsilcileri olan iktidarlar sürekli olarak el değiştiriyordu. Lakin ulusal sorunun ülkenin temel sorunu olma özelliği dolayısı ile milli baskı, gelişen milli hareket karşısında katmerleşerek büyüdü. 80 darbesi ile büyük ölçüde sindirilmesi hedeflenen TDH’nin süreci tam anlamı göğüsleyememesi karşısında derin nefes alan hâkim sınıflar, bu gelişen Kürt ulusal direnişinin PKK ile örgütlü bir hal alması karşısında ırkçılık politikasını daha sert biçimde uygulamaya soktu.
90’lı yıllarda KDP ile ortaklaşarak “terörü bitireceğiz” açıklamaları eşliğinde sınır içi-ötesi kapsamlı operasyonlar başlatan TC, bu saldırılardan eli boş dönmüş, halk ile bütünleşen direniş karşısında çaresizce geri çekilmiştir. TC yine de bu direnişi baskı ve zulmü arttırarak sindirme amacından vazgeçmedi. Özellikle, köyler başta olmak üzere Kürt ulusunun yoğun olarak yaşadığı bölgelerde terör estirilmiş, bölge insanları yoğun saldırılarla göçe zorlanmıştır. Bu milli baskının temelinde kuşkusuz yerli ırkçılık politikası yatmaktadır. Dün ulusalcı ve siyasal İslamcı iktidarlar tarafından içi şişirilerek uygulanan ırkçılık politikası, bugün onlarca DBP’li belediyeye atanan kayyımlar, tutuklanan milletvekilleri, belediye başkanları ve on binlerce HDP üyesi ile daha da katmerleşerek devam etmektedir. AKP’nin milliyetçi kesimlerle kurduğu yeni ittifaklar, bu politikanın siyasal yönünü iyice güçlendirmeyi hedeflemektedir. Arkasına milliyetçi tabanı da alan AKP, komuta ettiği saldırılar ile Kürt ulusal hareketinin ezilmesi, sindirilmesini amaçlamaktadır.
Çözüm (!) sürecinde inisiyatifi ulusal hareketin elinde alamayan AKP, en son 7 Haziran’da yaşadığı hezimet ile süreci tek taraflı sonlandırmıştı. Bugün yaşanan saldırıların planı aslında çok öncesinde, 2014 yılında tarihin en uzun MKG toplantısında yapıldı. Adına “Çökertme Planı” verilen bu saldırı planı ile T.Kürdistanı’nın her bölgesi kan gölüne çevrilmiş, Kürt kentlerinde “taş üstünde taş, baş üstünde baş bırakılmasın” denilerek katliamlar yapılmıştır. Çözüm (!) sürecini oyalama süreci olarak gören ve süreç boyunca Kürt sorununun çözümüne dair hiçbir somut adım atmayan, adeta ipe un seren nitelikte Kürt sorununa yaklaşan AKP’nin samimiyetsizliğini o dönemler defalarca kez dile getirdik. Nitekim süreç boyunca Kürt ulusal hareketini suçlayarak kendisine taban yaratmayı hedeflemesi, AKP’nin sorunları çözmekten uzak olduğunun da göstergesi oldu.
Türk hâkim sınıflarının tarihin hiçbir döneminde Kürt sorununun çözümüne olanak sağlamadığını/ sağlamayacağını gördük. Nitekim bugün hâkim sınıflar, iktidarının güvencesi olarak gördüğü milliyetçi kesimi elinde tutmak için ırkçılık politikasını uygulamak zorundadır. Onun için de başta Kürt ulusu olmak üzere azınlık milliyetlere yönelik milli baskı anın ihtiyaçları doğrultusunda kimi dönem katmerleştirerek kimi dönemde hafifleterek uygular. Çünkü hâkim sınıfların amacı “(…) En genel ifadesiyle ülkenin bütün pazarlarının maddi zenginliklerinin rakipsiz hâkimi olmaktır. Yeni imtiyazlar edinmek, eski imtiyazları en son sınırına kadar genişletmek ve kullanmaktır. Bunun için hâkim ulusun burjuvaları ve toprak ağaları, ülkenin siyasi sınırlarını muhafaza etmek yolunda, ayrı milliyetlerin yaşadığı bölgelerin ülkeden kopmasını her ne surette olursa olsun engellemek yolunda büyük çaba gösterirler. Ticaretin en geniş ölçüde gelişebilmesi için gerekli şartlardan biri de dil birliğidir. Bu amaçla hakim ulusun burjuvaları ve toprak ağaları, kendi dillerinin bütün ülkede konuşulmasını isterler ve hatta bunu zorla kabul ettirmeye çalışırlar. Stalin yoldaşın ifadesiyle “pazara kim hakim olacaktır?” Meselenin özü budur. “Milli birlik”, “devletin ülkesi ve milliyetiyle bölünmez birliği ve bütünlüğü”, “toprak bütünlüğü” şiarları, burjuvazinin ve toprak ağalarının bencil çıkarlarının, “pazar”a kayıtsız şartsız hakim olma arzularının ifadesidir.” (İbrahim Kaypakkaya, Seçme Eserler, s: 176). İbrahim Kaypakkaya’nın bu tezi, bugün AKP’nin “tek dil, tek millet, tek devlet” sloganı ile yürüttüğü ırkçılık politikası ile doğruluğunu korumaktadır.
İstanbul’dan bir YDG’li
Yeni Demokrat Gençlik, 10. sayısından alınmıştır