Emperyalizm Kağıttan Kaplandır!
“Kapitalizm, evrensel bir sömürgeci baskı sistemine, bir avuç “ileri” ülkenin, dünya nüfusunun büyük çoğunluğunu mali yönden boğduğu bir sisteme dönüşmüştür. Ve bu “ganimet”, kendi ganimetlerini paylaşmak için kendi savaşlarına bütün dünyayı sürükleyen, tepeden tırnağa silahlı, en güçlü iki ya da üç canavar (Amerika, İngiltere, Japonya) arasında paylaşılmıştır.”
Lenin – Emperyalizm Kapitalizmin En Yüksek Aşaması
Emperyalizm özellikle 2010’lu yılların ardından sadece birkaç emperyalist ülkenin sömürge payını artırabilmek ve başka sömürgeleri ele geçirmek için Afrika, Kuzey Afrika ve Ortadoğu ülkelerindeki iç bunalımları, artan çelişkileri bölgedeki gerici unsurlarla ve devletlerle anlaşmalar yaparak gerici savaşları tüm bu coğrafyalara yaydı. Ukrayna’daki savaş gerçekliği, Doğu Avrupa ülkelerinin özellikle NATO direktifleriyle daha büyük savaş yatırımlarının içine çekilmesi, Çin’deki gelişmeler ve son olarak da Siyonist İsrail’in Gazze’ye dönük saldırıları birkaç on yıl boyunca daha dünya genelinde çetin savaşların yaşanacağını göstermektedir.
Emperyalizm bir kere daha mali soygunlarını büyütmek ve sömürge yarışında özellikle batılı birkaç ülkenin galip gelebilmesi için milyonların canına ve kanına mal olan gerici haksız savaşları yaygınlaştırdı. Gerçeklik buyken emperyalist savaşlar, yeni sömürgecilik politikaları karşısında doğru çözümlemeler yapabilmek, doğru konumlanabilmek, haksız gerici savaşları haklı savaşlara dönüştürmenin, bölge halkları üzerine bir karabasan gibi çöken ve ezilen halkların kanıyla beslenen dünya jandarmalığına soyunmuş sömürgeci asalaklığın yeryüzünden silinip atılması için şarttır.
İbrahim Kaypakkaya, Türkiye devrimci hareketi içerisinde emperyalizme ilişkin doğru tahlilleri ortaya koyabilmiş tek önder konumundadır. Kaypakkaya’da emperyalizm, dış bir sömürücü unsur olarak değil, dünya genelindeki asalak sömürgecilikle yerli hakim sınıfların işbirliği, onun niteliği ve onun ürettiği sonuçları bakımından bir tartışmadır. Kaypakkaya ilk elden emperyalizmin ne olduğunu, Leninizmin ve Maoizmin ortaya koyduklarından yararlanarak doğru bir şekilde çözümlemeler yapmış ve emperyalizm karşıtlığı denilerek yutturulmaya çalışılmış, komprador nitelikte gelişen Türk hakim sınıflarının ve onun ideolojisi olan Kemalizmin emperyalizmin boyunduruğu altında nasıl palazlandığını ortaya koydu. Kemalizm’deki milliliğin özünü deşifre etti. Bunu yapmış olmak, halkların özgürlük mücadelesini tarihte çokça görülmüş olan burjuvazisinin sömürgeci emellerinin arkasına sokmaya karşı durabilmenin, revizyonizmle mücadele edebilmenin ve sözde sosyalist gerçekte şoven olan sosyal şovenizmle bağları koparmanın temelini oluşturmaktadır. Bu bağ 68-71 devrimciliğiyle ve en berrak olarak da Kaypakkaya’nın ortaya koydukları ile koparılmış olmakla birlikte, sınıf mücadelesi içerisinde hala güçlü bir sosyal şoven damar bulunmaktadır. Revizyonizm, reformizm, pasifizm ve sosyal şovenizm, daha fazla çatışmalı süreçlere girilen dönemlerde, sınıf mücadelesinin büyümesine vesile olacak olan çelişkilerin keskinleştiği dönemlerde, çizgilerini daha fazla belirginleştirerek, artan öfkeyi burjuvazinin ondan yararlanabileceği bir niteliğe sokarak sömürgecilik lehine rol oynar. Bu gibi anlarda doğal olarak gerçek Marksistlerin sınıf düşmanlarıyla doğrudan bir mücadele içerisindeyken, onun Marksizmi içten bozacak olan akımlarla da ideolojik mücadele yürütmek gibi ikili niteliği daha fazla ön plana çıkar.
İ. Kaypakkaya’nın TİİKP Program Taslağı eleştirisindeki bazı noktalara bakalım. TİİKP, program taslağında emperyalizmi tahlil ederken Troçkizmi savunmuş ve ona ilericilik atfetmiştir. Kapitalizmin, emperyalizm çağında Türkiye’ye sermaye yatırdığını ve feodalizmi tasfiye ettiğini belirterek kapitalizmin günümüzde ulaşabildiği en gerici aşamasına, yanlış bir şekilde ilerici bir misyon atfetmiştir.
“Serbest rekabetçi kapitalizmi emperyalizmden ayıran şey, birincisinin ‘ticaret yoluyla’ sömürmesine karşılık, ikincisinin ‘sermaye yatırarak’ sömürmesi değildir. Serbest rekabetçi kapitalizmin ayırdedici özelliği, meta ihracı olduğu, halde, emperyalizmin ayırdedici özelliği sermaye ihracıdır.” … “sermaye ihracı ile sermaye yatırma birbirinden farklı şeylerdir. İhraç edilen sermaye yatırım şekilinde olabileceği gibi, borçlandırma şekilinde de olabilir. Ve emperyalist dönemde, esas olan da ikincisidir; emperyalizmin asalaklığını, çürümüşlüğünü, kokuşmuşluğunu ortaya koyan şey de budur.”(İ. Kaypakkaya, Seçme Yazılar).
Emperyalizm bu yolla, bir bütün ulusu sömürge – yarı sömürge haline getirerek onun üretici güçleri başta olmak üzere pazar ve ülke yönetimine dair her şeyini kontrol altında tutar. Emperyalizm, kendine bağladığı bir ülkedeki üretici güçleri esas olarak geliştirmeksizin, üretici güçlerin gelişimini kendi çıkarına endeksleyerek iç pazarını istila eder ve çözer. Bu sömürülen bir ülke için neyi, nasıl, ne kadar, neyle üreteceğinin birkaç emperyalist ülke lehine kararlaştırılması demektir. Kitlelerin mülksüzleştirilmesi, ulusal emeğin ucuzlaştırılması, köylü kitlelerinin topraktan kopartılarak bir saman gibi savrulmasıdır. Emperyalizmin feodalizmi çözmesinin özü budur.
Ona karşı geliştiği savunulan Kemalizm, emperyalizmin bu özelliğiyle ilişkilenmiş ve I. Emperyalist Paylaşım Savaşı yıllarında “işbirliğine” girmiştir. Bu işbirliği ezilen ulus ve halkların daha büyük bir sömürüsü ve yoksulluğu üzerinedir. Türk hakim sınıfları emperyalizmle -aynı günümüzdeki gibi- çeşitli ödünler kopartmak adına; 1915 Ermeni soykırımına, bu soykırımda emperyalist devletlerin desteğinin alınması ve Kürdistan’ın dört parçaya bölünerek bir parçasının ilhakı gibi önemli paylar için kısa sürede emperyalist dünyanın bir parçası olmuş ve onun hakimiyeti altına girmiştir.
Aradan geçen 100 yılın ardından da Türk hakim sınıflarının ve onun devlet aparatının değişmeyen karakteri budur. Bu karakterin niteliğini, rejimini iyi anlamamız gerekmektedir.
Savaş sanayinin ve ülkelerin mevcut durumu
Batılı mali piyasaların güçlerini dünyanın geri kalanına yansıtma aracı olarak Dünya Bankası ve IMF, sadece bu yolla değil özellikle yarı sömürge konumundaki ülkelerde, askeri faşist diktatörlükleri de destekleyerek emperyalizme çok yönlü olarak hizmet sunmaktadır. Wikipedia’dan bile uluslararası para fonu başlığında açıkça görüleceği gibi IMF ve DB, emperyalizmin gerek duyduğu mali sermaye ile savaş sanayinin kaynaşmasına da hizmet etmektedir.
Yarı sömürge ülkelerin, borçlandırma yoluyla emperyalist dünyanın egemenliği altında tutulması, silahlanma yarışının ve savaşların içerisine kendi uşaklıklarının gereğince çekilmesi ve kendi egemenliğindeki sömürülerden düşen kırıntılara ağızları sulanarak canavar bir avuç ülkenin çıkarına girme istekleri emperyalizmin uşak devletler için niteliğini ortaya koymaktadır. Ve bu nitelik sadece savaş ve mali açıdan değil hukuki olarak da kendini göstermektedir.
Uluslararası Ceza Mahkemesi, 22 yıl önce kurulmuş olmasına ve saldırı suçunun uluslararası hukukta 1945’ten bu yana tanınmasına rağmen hâlâ “en ciddi suçlar” konusunda yargı yetkisine sahip değil. Georgo Monbiot’un, The Guardian’daki yazısında belirttiği gibi bunun nedeni, güçlü ulusların bariz nedenlerden ötürü erteliyor olmasıdır. Birleşik Krallık, Amerika Birleşik Devletleri ve diğer batılı ülkeler de saldırı suçunu kendi mevzuatlarına dahil etmemiştir. Uluslararası hukuk, yalnızca zayıf devletlerin işlediği suçların “cezalandırıldığı” emperyal bir proje olmaya devam etmektedir (Imperialism didn’t end. These days it’s known as international law, 30 Nisan 2012).
Emperyalizm kendi suçlarını, genelleştirmeyi, zaten kendileri de birer suçlu olan uşak ülkelerin sırtına yüklemeyi başarmaktadır. Ve aslında bu yolla, savaş suçlarını artırmak yoluyla yine kendi emperyalist silahlanma yarışını artırmakta ve buna kitlesel temelde bir meşruluk oluşturmaya çalışmaktadır.
“Zengin ve güçlü beyaz adamların dar çıkarları, Amerika Birleşik Devletleri’nin ulusal güvenlik çıkarları olarak mitolojikleştiriliyor ve meşrulaştırılıyor.
Buna paralel olarak, şiddete olan ulusal inanç, vatanseverlik olarak romantikleştiriliyor ve sonuç olarak Amerikalılar, ABD silahlı kuvvetlerine ve kanun uygulama personeline tarikat bağlılığıyla davranarak onlara benzersiz kaynaklar, güven ve saygı sağlıyor.” (Salih Booker and Diana Ohlbaum, Dismantling Racism and Militarism in U.S. Foreign Policy Eylül 2021).
Bu aynı zamanda bütün sömürücü devletlerin ortak özelliğidir. Ülkemizde de faşizm ve ırkçılık yükseltilirken, onun polis ve asker uzantısı dokunulmazlık zırhıyla korunmakta, burjuva medyanın bütün haber kanallarında ve dizilerinde faşist kolluğun işkencesi dahil her şeyi meşrulaştırılarak sahte bir hayranlık uyandırılmaya çalışılmaktadır. Yaratılan güvensizlik ortamı, bir avuç egemene hizmet edecek bir biçimde militarize edilmektedir.
Reuters’ın, Tel Aviv kentindeki bir kahve dükkanında kasa önünde duran bir kadını, sırtında uzun namlulu askeri bir silahla fotoğrafladığı görüntüler, yaratılmak isteneni gözler önüne sermektedir. Reuters’ın instagram kanalında bu fotoğrafın altına haklı bir şekilde “yerli davranışı değil, işgalci davranışı” yorumları yapıldı. Aslında bu yolla her yerde bireysel silahlanmanın önü açılarak, militarizm artırılarak sömürgeci devletlerin savaş yatırımlarına ve savaşlarına rıza üretilmek istenmektedir.
NATO’nun bir kamuoyu araştırmasına göre: NATO Müttefiki ülke vatandaşlarının çoğu (2021’de %70 iken 2022’de %74) savunma harcamalarının ya bugünkü düzeylerde tutulmasını ya da arttırılmasını istiyor. Müttefikler arasında kamuoyu desteği %85 ile %52 arasında değişiyorsa da çoğunluk daima destek veriyor. Sadece %12 savunmaya daha az bir miktar ödenmesi gerektiğini düşünüyor (NATO, Annual Tracking Research 2022).
Ancak bu dediğimiz gibi çarpıtılmış, rızası üretilmiş bir gerçekliktir. Dünyanın dört bir yanında savaş çıkartan emperyalizm, üç beş asalak burjuvazinin çıkarını bütün ulusun çıkarı olarak gösterdiği ve ulusun güvenliğinin ise rakip devletlerin askeri açıdan bozguna uğratılabileceği bir güç sağlama olarak lanse ettiği bir düşünceyle halkları kirletmektedir.
Bugün üye ülkeleri için NATO, savunma bütçesi dedikleri savaş bütçelerini Soğuk Savaş yılları dönemleri düzeyine getirmeyi istemektedir ve şimdilik üye ülkelerden Gayri Safi Yurtiçi Hasıla’larının en az %2’sini savaşa ayırmasını öngörmektedir. Ve bu oran NATO’nun savaşa en fazla yatırım yapan ilk 5 ülkesi için tutturulmaktadır. Savaşa bütçe ayırma oranı NATO sözcüleri tarafından sözde dünyanın huzur ve güvenliğini sağlamak için şart görülen orandır. Onların huzur ve güvenlik dediği şeye bir bakalım:
Örneğin ABD 2018 – 2021 yılları arasında sekiz ülkede doğrudan savaşa katıldı ve 85 ülkede “teröre karşı mücadele” adı altında operasyonlar gerçekleştirdi. Irak, Afganistan, Pakistan, Suriye, Yemen ve diğer savaşlar ABD vergilerinden 6,4 trilyonu emdi ve çoğu kahverengi ve siyah en az 800.000 insanın ölümüyle sonuçlandı. Pentagon’un 900 milyar doları geçen bütçesi şu anda Vietnam Savaşı’nın ya da Soğuk Savaş’ın zirvesindeki bütçeden daha yüksek ve en çok harcama yapan sonraki on ülkenin savunma bütçelerinin toplamından daha büyük.
Günümüzde ise Siyonist İsrail’in Filistin halkına dönük saldırısında binlerce savaş suçu işlendi. Filistin Sağlık Bakanlığı, Gazze’de yüzde 70’i çocuk ve kadın olmak üzere 33 binden fazla kişinin öldürüldüğünü açıkladı.
Suriye’de 2011’den bu yana milyonlarca insan katledildi, milyonlarcası göç etmek zorunda kaldı ve bugün hala savaş devam ediyor. Türk devlet uçakları her gün Rojava’da sivil alanlara bombalar yağdırıyor.
İşte emperyalizmin huzur ve güvenliği, en yalın haliyle budur.
Ülkelerin askeri harcama ve askeri güç hesaplamalarını çeşitli parametreler üzerinden analiz eden Globalfirepower’ın bazı istatistiklerine bakmak emperyalist savaş çığırtkanlığının ne aşamada olduğunu anlamak için önemli bir yerde durmaktadır.
GFP verilerine göre ülkelerin askeri harcamaları şu şekildedir: 1. sırada ABD 831 milyar 781 milyon dolar, 2 sırada Çin: 227 milyar dolar, üçüncü sırada Rusya 109 milyar dolar, dördüncü sırada Hindistan 74 milyar dolar, 5. sırada Suudi Arabistan 71 milyar 720 milyon dolar, 6. sırada Birleşik Krallık 62 milyar 816 milyon dolar. Rusya ile savaşın içerisinde olan Ukrayna 42 milyar dolarlık harcama ile 12’inci, onun arkasından ise 40 milyar dolarlık harcama ile Türkiye 13. sıradadır.
Stockholm Uluslararası Barış Araştırmaları Enstitüsü (SIPRI) dünya genelinde askeri harcamaların, üst üste dokuzuncu kez artış yaşayarak 2023 yılında 2.4 trilyon dolara ulaştığını ifade etti. SIPRI’nin açıkladığı verilere göre savaşa en fazla bütçe ayıran 5 ülkenin yeri değişmemektedir.
Globalfirepower’ın verilerine göre, Türkiye ise NATO üyesi olan ve askeri güç dedikleri ama gerçekte saldırganlık sıralaması olan listede ABD ve Birleşik Krallık’tan sonra 3. ülke oldu. Bu oranın çıkmasında Türk devletinin Kürtler başta olmak üzere ezilenlere dönük aktif bir savaşın içerisinde olması önemli bir etkendir. II. Emperyalist Paylaşım savaşı sırasında milyonlarca insanın katledilmesinden sorumlu olan Almanya bu listede 6. sırada yer aldı.
Bugün binlerce çocuğun katledilmesinden ve sivil yerleşim yerlerinin askeri uçaklarla bombalanmasından sorumlu olan İsrail, katliam saldırılarına devam etmektedir. Güvenlik ve savunma dedikleri bu katliamcı saldırganlık dünya devletleri açısından onlardan beklenileceği gibi sahte kınamalarla geçiştirilmekte ve Siyonist İsrail’le ilişkiler açıkça sürdürülmektedir.
12 Nisan Cuma günü, BM İnsan Hakları Konseyi silah yasağını destekledi; 28 ülke lehte, 6 aleyhte ve 13 çekimser oy kullanıldı. İsrail’in silah ithalatının büyük çoğunluğunu sağlayan ABD ve Almanya, karşı oy kullandı. Bu sözde yasakçılık sözde olduğu için ülkelerin İsrail ile olan bütün ilişkileri aynen devam etmektedir. BM İnsan Hakları Konseyi’nin silah yasağını desteklemeyen ülkelerin başında ise ABD ve Almanya gelmektedir. SIPRI’ye göre ABD 2019-2023 yılları arasında İsrail’in ihtiyaç duyduğu ithal konvensiyonel silahların %69’unu, Almanya %30’unu ve İtalya ise %4.7’sini sağladı. ABD, müttefikinin komşu ülkeler üzerinde “niteliksel askeri üstünlüğünü” sürdürmesine olanak sağlamayı amaçlayan 10 yıllık bir anlaşma kapsamında İsrail’e yıllık 3,8 milyar dolar askeri yardım sağlıyor.
İsrail, hibeleri şimdiye kadar üretilen en gelişmiş hayalet uçak olarak kabul edilen F-35 Müşterek Taarruz Uçağı siparişlerini finanse etmek için kullandı. Şu ana kadar 75 adet sipariş verildi ve 30’dan fazla uçak teslim alındı. ABD dışında F-35 alan ve savaşta kullanan ilk ülke İsrail oldu.
Ülkedeki durum ve somut gerçeklikler
Dünyadaki sömürücü tabaka savaş hazırlıklarını hızlandırırken, Türk hakim sınıfları da ellerini ovuşturarak, faşist politikalarına yatırım yapmaktadır.
Tayyip Erdoğan Efes-2024 tatbikatının son günü olan 30 Mayıs tarihinde yaptığı açıklamada son 21 yıl içerisinde savunma sektörüne yapılan harcamalarla övünerek: “Geçtiğimiz yıl 185 ülkeye 230 çeşit ürün ihraç ederek 5.5 milyar dolarlık rekor ihraç tutarı yakaladık.” dedi. 31 Mart yerel seçimleri hazırlık turlarındayken Sakarya’da savaş çağrıları yapan Erdoğan bu kez de “Barış ve huzur isteyen savaşa hazır olmalıdır” demişti.
Bu sırada modern yerli ve milli savaş ağaları Selçuk Bayraktar ve Haluk Bayraktar Forbes’in açıkladığı dünyanın en zenginleri ve dolar milyarderleri arasında ilk defa yer edindi.
Biz ezilenler olarak hakim sınıfların ve onların sözcülerinin barış ve huzurunun da savaşının da ne demek olduğunu biliyoruz. Onların barış ve huzur söylemleri tıpkı ‘yurtta sulh cihanda sulh’da olduğu gibi ülke içinde gerçek muhalefetin, ezilenlerin katliamlarla ve faşist baskıyla sessizleştirilmesi, ülke dışında ise emperyalist tahakkümleri kabuldür. Onların bugünkü barış söyleminin arkasında da bu gerçeklik gizlenmektedir. Başta Kürt ulusu olmak üzere tüm muhalif kesimlerin, göçmenlerden tutalım LGBTİ+’lara, Alevilere… katliamdan geçirilmesi ve bu yolla sessizleştirilmesi onların kastettikleri barışdır.
Ancak her kritik dönem, ezilenler lehine de bir süreç oluşturmaktadır.
“Binlerce yıldır gerici yönetici sınıflar tarafından kandırılmış olan emekçi halkın, silahın kendi elinde olmasının önemini kavraması çok zordur. Bugün Japon emperyalist baskısı ve ona karşı ülke çapındaki direnme, emekçi halkımızı savaş meydanına itmiştir.” (Mao – Yeni Demokratik Devrim)
Yeni gelen zorlu süreç ve olası savaşlar kitlelerde çok canlı, keskin, yeni çelişkileri de beraberinde getirecektir. Hareketsiz kitle, hareketlenecek ve ezenlere karşı mücadelede daha istekli olacaktır. Ancak kitlelerin bu isteği ve bu temelde kalan öfkesi sömürücü sınıfların yerküreden silinip atılması için yetersizdir.
Onlar militarist, ırkçı ve faşist söylemlerle kitleleri kendi çıkarları için peşlerinden sürüklemeyi, sosyal şovenizm ile de daha geniş kitleleri arkalarına takmakta ustalaşmışlardır. Bize düşen onların bu emellerini bozmaktır. Günümüzde emperyalist savaş ve kapitalist bunalım geniş kitlelerdeki devrimci özü uyandırmaya başladı. İbrahim Kaypakkaya’nın devrimci ruhu ve kişiliği bu noktada yeniden düşünülmeli ve örnek alınmalıdır.
Kitlelerin önemli bir kısmı öncü devrimci örgütlenmelerin güçlü olmadığı ve Proletarya Partisi’nin kitleleri doğru görüşler çerçevesinde yönlendiremediği dönemlerde, aldatılarak burjuvazinin peşine sürüklenmekte ve burjuvazinin onlarca suçuna ortak edilebilmektedir.
Ancak, sosyal şovenizmden, pasifizmden ve onların ülkemizde aldığı biçimlerden arınarak devrimci rolünü başarabilmiş bir örgütlenme ile kitleler özgürlük mücadelesinin içerisinde daha fazla rol oynayabilir ve onun içerisinde önderleşebilir, devrimi gerçekleştirebilir hale gelebilir. Bize düşen ısrarcı, pes etmeyen, süreçlerin getirdiği ileri ve geri yönleri doğru tahlil ederek kendimizi ve kitleleri sınıf savaşımının fırtınalı günlerine hazırlamaktır. Bu da bugünkü örgütsel eksikliklerimizin üzerine daha cüretle gitmeyle mümkündür. Emperyalizm, yeni sömürgeci savaşların içerisindedir ve önümüzdeki dönemde de bölgesel ya da küresel nasıl olacağından bağımsız olarak bu savaşlar artacaktır. Bize düşen örgütümüzü, kitleleri ideolojik, politik ve pratik olarak bu savaşıma daha fazla hazır hale getirmektir. Onlar istedikleri büyüklükte ve istedikleri öldürücü kapasiteye sahip bombalarını yapsınlar, biz kitleleri kazandığımız sürece onların bombaları güçsüzdür. Bu bilinçle, kitleleri kazanmak, örgütlemek ve sınıf savaşımını yükseltmek için Kaypakkaya ruhunu kuşanalım.
Yazı; Yeni Demokrat Gençlik dergimizin 20. sayısında yayımlanmıştır.