2023 yılına girilmesiyle birlikte “Cumhuriyetin yüzüncü yılı” başlığıyla siyasi kesimlerin çokça çeşidi her biri bir ucundan tutarak “en cumhuriyetçi” olmak adına söylemlerini göklere çıkarıp tekrar tekrar sunmakta. Bu koroda utangaç eleştirilerle birlikte kendine sol diyen reformistler de yerini aldı. Yüksek sesler egemen kliklerin hangisinin daha cumhuriyete ve devlete layık olduğunun çekişmesiyle sürüyor. Her ne kadar farklı noktalardan tutsalar da ortak çıkarları yani cumhuriyet tarihine gölge düşürmemek adına ellerinden geleni yapıyorlar.
Konuyu değerlendirmeye tabi tutmamızın nedeni İzmir İktisat Kongresi ve bir yüzyıl bitti yeni yüzyılın cumhuriyet açısından getireceklerine dair en iyi planı kimin yapacağı tartışmalarının gündemi tutmuş olması. Bu bağlamda gerek AKP-MHP tarafından gerekse özellikle CHP tarafından 2. İktisat Kongresi çalışması gündemi oluşturuyor. Mesele o kadar önemsendi ki bir seneyi doldurmadan İzmir İktisat Kongresinin (İİK) yapıldığı bina bile tartışma haline geldi. Söz konusu binanın bulunduğu yer yakın zamana kadar otopark olarak kullanılıyordu. Şimdi ise hızlıca bina inşa edilerek İİK’nin yapıldığı 17 Şubat’a yetiştirilmeye çalışıldı. Ya yetişmedi ya da 6 Şubat’taki deprem nedeniyle üzerine düşülemedi, hala çalışmalar devam ediyor. Tüm cumhuriyet tarihi bir kongre üzerinden ele alınamaz elbet fakat öte yandan İİK cumhuriyetin mayasına dair büyük veriler sunması bakımından temel bir parça olarak değerlendirilebilir. Aynı zamanda gerek cumhuriyet tarihine gerekse M.Kemal’in pozisyonu ile yapılan “ilerici-gerici” tartışmalarına da değinme şansımız olacaktır.
İzmir İktisat Kongresi (İİK)’nin hangi sınıfların kontrolünde ve burada alınan kararların hangi sınıfların çıkarlarına göre alındığını kısaca anlatmaya çalışacağız. Buradan hareketle daha o zamandan TC’nin hangi sınıflara ait olduğu anlaşılabilmektedir.
Kongre 17 Şubat 1923’te aceleci tavırla Lozan Barış Görüşmeleri’nin “Musul, kapitülasyonlar ve savaş tazminatları gibi iktisadi konulardaki anlaşmazlıklar yüzünden kesintiye uğradığı günlerde yapıldı.” (Kayıran M.,vd.) Kongrenin dönemin şartları düşünüldüğünde İzmir’de yapılmasının ulaşım bakımından elverişsiz olduğu koşullarda, hatta birkaç ay öncesinde üçte biri yanmış bir şehirde gerçekleştirilmesi dahi sorgulanmalıdır. Levanten geçmişiyle Türkiye’yi Lozan’da sıkıştıran emperyalistlere liberal mesajlar vermek için İzmir en uygun yerdi denilebilir, aynı zamanda Osmanlı’nın çökmüş başkenti İstanbul’un Kemalistler tarafından kara listede olması ki M.Kemal ancak 1927’de İstanbul’a gidebilecektir, Ankara’nın da henüz küçük bir şehir olması gibi etkenler de bulunmakta.
Kongre o zamanlar Osmanlı bankasının deposu olarak kullanılan Ermeni tüccar Aram Hamparsumyan’ın üzüm-incir işletmesi binasında yapılmıştır. Bina daha sonraları Türk beylerin eline geçmiştir. “Öncelikle vurgulamak gerekir ki, 1923’e gelindiğinde ülkede “gayri-Müslim” burjuva ve toprak ağalarının varlığı büyük ölçüde el değiştirmişti. Yani “gayri-Müslim” toprak ağası ve burjuvaların (orta düzeyde eşrafın) mallarına Türk toprak ağaları ve burjuvaları tarafından el konulmuştu. Ermeni burjuvazisinin malları, daha 1915 yıllarında Türk burjuvalarının eline geçmişti. Rum ve diğer azınlıkların malları ise Kurtuluş Savaşı sürecinde el değiştirdi. Kurtuluş Savaşı’na destek veren birçok Türk burjuva ve toprak ağaları aynı zamanda Rum ve Ermeni mallarına el koyanlardır. Savaşı bahane ederek onlarca ‘gayri-Müslim’in mallarına el konuldu. Örneğin Çankaya Köşkü ve Atatürk Orman Çiftliği’nin bulunduğu alanlar Ermeni toprak ağalarından zorla alınmıştır.” (Özgür Gelecek Cumhuriyet Kime Aittir-2) Kongrenin yapıldığı bina 12 Eylül darbesinden sonra yıkılıp uzunca süre arazisi otopark olarak kullanılmıştır. Bugünlerde bitirilmek üzere olan binanın adı söz konusu olunca Ermeni düşmanlığı ayaklandı. Bina aslına uygun yapılsa dahi Ermenice bir ismin verilmesi ihtimali doğrudan burjuva kalemşörler tarafından bertaraf edilmeye çalışılıyor. Buna bertaraf etmek demekte yanlış olur. Her şey aslına göre olup da isminin farklı olmasını düşmanlık yaratılarak “izah” etmeye çalışmak diyebiliriz.
“Kongre’ye her kazadan sekiz kişinin gönderilmesi kabul edilmiştir. Bunlardan biri tüccar, biri sanatkar, biri amele, biri şirket, biri banka, üçü çiftçi temsilcisi olacaktır. Bu yöntemle Kongre’ye 3000 kadar delegenin katılması beklenirken bu sayı 1135’te kalmıştır. Belgelere göre birçok kazadan amele temsilcisi ve sanayici gelmemiştir. Bunun nedeni bazı kazalarda iktisaden kimi toplumsal kesimlerin oluşmamış olması gösterilebilir. Diğer önemli bir neden de, delegelerin yol paralarını kendilerinin ödeme zorunluluğu olmuştur. Dönemin ulaşım güçlükleri dikkate alınırsa, amele ve yoksul çiftçi temsilcilerinin gerekli yol parasını tedarik edememeleri son derece doğaldır.” (Ökçün G.) İzmir’e gelmeye çalışan delegelerden bir kısmı da enteresan olaylarla yollarda oyalanmışlardır. Mesela İstanbul delegelerinden 150 kişilik grubu getiren Fransız Messageries Kumpanyası’nın Piyer Loti vapuru, İzmir Limanı’nın güvenlik gerekçesiyle TBMM hükümetince kapatılması üzerine limana giremeyince yolcularıyla birlikte Marsilya’ya gitmişti. Delegeler üç-dört gün sonra bir başka gemiyle Marsilya’dan gelmişlerdi. Yine çeşitli yerlerden İstanbul üzerinden Bandırma’ya gelenler, önce kayık yokluğundan gemiden çıkamamışlar, çıktıktan sonra da Bandırma Gümrük Müdürü tarafından limanda mahsur bırakılmışlardır.
Kazalardan delegelerin belirlenmesi konusuna gelecek olursak 1922 yılında Milli Türk Ticaret Birliği (MTTB) adı altında toplanan tüccar kesimi son derece hazırlıklı olarak kongreye katılmıştır. Bu birlik “Osmanlı ve İslam deyimleri yerine, artık “Türk” ve “Milli” deyimlerini kullanmaktadır. Birliğin amacı, Levantenler ile Rum ve Ermenilerin ellerindeki ticari mevkileri, milliyetçilikten yararlanarak ele geçirmek ve yabancı sermaye ile ortaklıklar kurmaktır.” (Avcıoğlu D.) Delgelerin belirlenmesi esas unsuru oluşturabilmek adına son derece planlı olarak seçilmiştir. Öyle ki, İstanbul’da kurulan Türk Amale Birliği’nin kuruluşuna da MTTB önderlik etmiştir. Burjuvazinin kendine karşı bir işçi birliği kurması elbette insanları şaşırtır. Ancak, buradaki amaç, kendi inisiyatifleri dışında bir işçi birliğinin kurulmasını önlemek amaçlıdır. Şefik Hüsnü duruma şu şekilde tepki göstermektedir; “Kongre’de kendi mevkii ve fikriyatının ehemmiyeti bu kadar büyük olan amele sınıfının temsili meselesinin son derece ihmal edilmiş olmasına hayret ve teessürden kendimizi alamıyoruz. Mevcut amele cemiyetlerine, toplu işçi zümrelerine müracaat edilecek yerde, köy ve şehir erbab-ı mesaisi namına gönderileceklerin tayini vali ve mutasarrıflara havale edilmiştir. Ve bu tayin adeta bir memur nasbı gibi bir şekilde yapılmaktadır. Amele işleri ile az veya çok alakası olan bazı kimseler istimzaç edilmeksizin, reyleri sorulmaksızın, İstanbul’dan İktisat Kongresine amele murahhasları tayin olunmuştur.” (Koç, Y.) Ayrıca Kazım Karabekir Manisa’dan sanayi temsilcisi, yazar Aka Gündüz ise Kütahya’dan işçi temsilcisi olmuştur. Üstelik A.Gündüz aynı zamanda ameleler adına kongrenin başkan yardımcısı olmuştur. Aka Gündüz’ün babası asker ve kendisi de bir dönem askerlik yapmış ve M.Kemal’in hizmetindedir. Daha ilerleyen süreçlerde de milletvekilliği yapmıştır. A. Gündüz Kongre sonrası verdiği bir demeçte “Kongre’nin hulûs-u niyeti, ciddi mesai ve hissiyatı sayesinde Türkiye işçileri birçok memleket işçilerinden fazla müsaadâta nail olmuşlardır. Bu muvaffakiyatin âmillerinden birisi de Türkiye işçilerinin bütün diğer zümrelerle elbirliği içinde çalışmak istemesi ve bunun her vesile ile temin eylemesidir” (Koç, Y.) demektedir. Yani Türkiye işçileri kendi istekleriyle patron ve ağalarla çalışmak istemektedir diyerek aralarında hiçbir zıtlığın olmadığını ifade ediyor. Bu manipülatif anlayışın kaynağının M.Kemal’in kongre konuşmasında yer aldığına ileride değineceğiz.
Kongre, SSCB Büyükelçisi Semyon Aralof ve Azerbaycan Büyükelçisi İbrahim Abilof’un katılımları ile başlamıştır. Aralof 5 Ocak 1922 tarihinden itibaren SSCB’nin Ankara Büyükelçiliği’ne atanmıştır. Türkiye’nin talebi doğrultusunda 1923 yılı Nisan ayında görevine son verilmiştir. (Kongrenin bitişinden bir ay sonra) Kimi yayınlarda halifeliği ve padişahlığı savunmasıyla bilinen Rauf Orbay’la aralarındaki uyuşmazlık nedeniyle görevden alınmıştır. Aralof anılarında Rauf Orbay için “Kendisi Sovyet Rusya’nın azgın düşmanı olduğunu göstermişti, Ankara’daki elçilik binamızın yakılışında onun parmağı vardı.” ifadelerini kullanmıştır. Kongre için ise “İzmir İktisat Kongresi, Anadolu burjuvazisinin çıkarlarını yansıtıyordu. Köylü ve işçi konusunda sadece vaatlerle ve “köylü efendimizdir” gibi sözlerle yetinildi. Kongrede halk yığınlarının maddi durumlarının iyileştirilmesi yönünde hiçbir somut karar alınmadı.” demektedir (Aralov, S.İ.).
Abilov ise 1921’de Azerbaycan Sovyet Sosyalist Cumhuriyeti’nin Türkiye büyükelçisi görevine getirilmiştir. 23 Şubat 1923’te (kongre başladıktan 5-6 gün sonra) İzmir’de yaşadığı rahatsızlık nedeniyle vefat ettiği söylenmektedir. Abilov’un kızı yıllar sonra babasının zehirlendiğinden şüphelendiğini ifade etmektedir.
Kongreye hala var olan hiçbir azınlık / gayri müslim sanayici, toprak ağası, çiftlik beyi ve tüccar çağrılmamıştır. Günümüzden geriye doğru baktığımızda daha net anlaşılacaktır ki kongre bir şekilde varlığını koruyabilmiş azınlıkların varlıklarına çökülmesinin, yerlerine geçilmesinin planını oluşturmaktadır. Kongreye tarım işçisi, topraksız ortakçı ve yarıcı ismen dahi temsil edilmemiştir. Kadınlar ise kongreye delege olarak 120-130 işçi delege arasından 6-7’sini oluşturmaktadır. Seyirci olarak katılan kadın sayısı ise 500 olarak belirtilmektedir.
Kongrede konuşmaların ağırlığını “millileşme” adı altında azınlıkların yerini alma, mal varlığına çökme, geçmiş tarihle yüzleşme bağlamında şekilsel olarak Osmanlıyla hesaplaşma, devlet olanaklarının kime akacağı konusunda devletçilik, batıyla uyum sağlama adı altında liberal ekonomi takipçiliği, milli birlik kapsamında işçi ve bey-ağa arasındaki eşitsizliğin üzerinin örtülmesi oluşturmaktadır.
Açılış konuşmasından sonra ilk sözü alan Mustafa Kemal sınıf meselesine dair “Bizim halkımız, menfaatleri yekdiğerinden ayrılır sınıf halinde değil, bilakis mevcudiyetleri ve muhasala-i mesaisi yekdiğerine lazım olan sınıflardan ibarettir. Bu dakikada samilerim çiftçilerdir, sanatkarlardır, tüccarlardır ve amelelerdir. Bunların hangisi yekdiğerinin muarrızı olabilir? Çiftçinin sanatkara, sanatkarın çiftçiye ve çiftçinin tüccara ve bunların hepsine, yekdiğerine ve ameleye muhtaç olduğunu kim inkar edebilir” demektedir. (Ökçün G.) Benzer bir söylem Mahmut Esat Bozkurt (İktisat Vekili- Ekonomi Bakanı) tarafından dillendirilmektedir. “Bugünkü vaziyet-i iktisadiyemizi tahlil ile diyebilirim ki dün olduğu gibi bugün de bizde iktisadi manası ile mütebellir bir sınıf meselesi mevcut değildir. Biz de tüccar da, çiftçi de, sanayi erbabı da, amele de hülasa bütün iktisadi amillerimiz doğrudan doğruya yabancı sermayesinin esir ve hizmetkarıdır. Bütün bu iktisat zümrelerimizin birleşmesi kendilerini teşkilata bağlaması lazımdır” (Ökçün G.) Marksizm açısından uzlaşmaz çelişki oluşturan burjuvazi ile proletarya arasındaki ilişki kongre tarafından lav edilmiştir. Bilinçli olarak çelişkinin inkarı yolu tercih edilmiştir. Zira yanı başında Sovyet gerçekliği ve bir takım ilişkiler söz konusuyken çelişik durumun kendisi öylece yok olamayacağı bilinmiyor olamaz. Aksine yapıları gereği çözemeyecekleri çelişkiyi inkar etmek burjuva politik aklın süregelen oyalama politikasıdır. Bugün dahi Erdoğan’da bile bu yöntemi “işçimizi ezdirmeyiz” söylemiyle görebilmekteyiz. Kimi yorumculara göre kongrenin yapıldığı dönemde doğru düzgün burjuvanın, işçinin nicel olarak olmamasından kaynaklı pek bir şey beklenmemesi üzerine kongreye güzellemeler yapılmakta. Veya kongre vesilesiyle sıfırdan burjuvazi yaratıldı denilerek, dönemin şartlarının ne menem olduğu, karanlığın, yokluğun ülkece yaşandığı, eğitimin bilincin esamesinin okunmadığı lanet bir dönem olarak tablo ediliyor. Yanı başında gerçekleşen 1917 Ekim devrimi ve dünyanın birçok ülkesine yayılan devrim mücadelesinin tabanını, felsefesini oluşturan nitel birikim görmezden geliniyor. Bu birikim her ülkede olduğu gibi daha dar gruplar tarafından sahip olunsa dahi mevcuttur. Daha kongreden iki yıl önce Türkiye halklarının komünist önderi Mustafa Suphi ve yoldaşları Kemalistler tarafından katledilirken ilerici bilincin olmadığını söylemek mümkün mü? Keza daha öncelerinde de sosyalist aydınların sürgün, hapis, ölümle karşılaştığı bir dönemden bahsetmek gerekir. Burada yoksunluktan değil filizlenmesine engel olmaktan bahsedilmelidir. “Ameleye muhtaçtır” elbette, tüm burjuvalar sömüreceği, emeğine el koyacağı bir alt sınıfa muhtaçtır. Bunun dostane yanı bulunmamaktadır. Peki Mahmut Esat’tan aktardığımız kısım içerisinde olan “bütün iktisadi amillerimiz doğrudan doğruya yabancı sermayesinin esir ve hizmetkarıdır” analizi doğrultusunda ne yapılmıştır? Milli burjuvazi onların deyimiyle yabancı sermaye, emperyalizm tarafından ezilmektedir. Doğrudan işçi sınıfı da bu boyunduruğun altındadır. Bu durum yerine ikame edilen ise azınlık burjuvazi ve ağaların yerine tam olarak Türk burjuvazi ve ağaların geçmesi olmuştur. Yani komprador nitelikteki ekonomik ilişki aynen kalırken Türkiye sahasında sömürenin kimliği değişmiştir. Bu denklem içerisinde burjuva ve proletarya, halklar ile emperyalizm arasındaki çelişki aynı şekilde kalırken yapılan birlik çağrısının açıkça aldatmaca olduğu ortadadır.
Emperyalizm karşıtlığının kaba söylemlerinin altındaki esas unsuru yine M.Esat’ın konuşmasında nasıl ifade ettiğine bakalım; “Fakat memleketimizde meşru bir surette kazanmak ve yaşamak isteyen yabancı sermayesine kanun ve nizamlarımıza tabi olmak üzere Türkiyelilerden fazla bir imtiyaz, bir hile ardında koşmamak şartıyla memleketimizde her türlü teshilatı, hatta diğer milletlerin gösterdiği teshilattan fazla kolaylıkları irae etmeğe her zaman hazırız. Yalnız yabancıların bizi asri ve medeni bir millet olarak tanımaları ve ona göre bize karşı vaz-ı hakikilerini almaları lazımdır.” (Ökçün G.) Öncelikle “Türkiyeliler” kelimesi özellikle seçilmiştir. Zira emperyalist ülkelere mevcut olan azınlık burjuva kesimiyle ters düşülmediğinin altı çizilerek ülke sahasının liberal ekonomik yatırımlara açık olduğu mesajı verilmek isteniyor. Açıkça son kertede bunu “asri ve medeni bir millet” olarak tanınmak şartıyla perçinliyor.
“Türk” sermayesinin küçük ve yabancı sermayeye karşı tutunamayacağı düşüncesiyle yabancı sermayenin kısıtlandığı iddiası daha savaş halindeyken 1920’de Fransızlara verilen Ereğli kömür havzasındaki maden arama ve işletme imtiyazıyla sınıfta kalmıştır. Başka bir örnek olmak üzere “ABD’li “Chaster Şirketler Grubu” ile Türkiye hükümeti arasında yapılan anlaşmayla bu şirketin Türkiye’de demir yolu yapma ve petrol arama imtiyazı demiryolu hattının her iki tarafında 40 km’lik mesafe genişliğinde her türlü yer altı kaynağı araması 99 yıllığına verilmiş 1 Nisan 1923’te de TBMM’de bu anlaşma 21 red oyuna karşılık 185 evet oyu ile onaylanmıştır.” (Kayıran M. vd.)
Daha toplu bir tablo sunabilmek adına K. Boratav’dan aktaralım “Ökçün’ün bulgularına göre 1920-1930 yılları arasında kurulan 201 Türk Anonim Şirketinden 66’sında yabancı sermaye yer almıştır. Bütün anonim şirketlerin ödenen sermayelerinin toplamı 73 milyondur; bu toplamın 31.5 milyonu, yani % 43’ü yabancı sermayeli Türk Anonim Şirketlerine aittir. Bu ortaklıklarda Türk hissedarların, çoğunlukla birer paravan olduklarını ve kârdan pay (daha doğrusu komisyon) alan, fakat sermayeye katılmayan unsurlar olduklarını ve sözü geçen meblâğın hemen hemen tamamının yabancı kaynaklı olduğunu tahmin etmek herhalde gerçekçi olacaktır. Yabancı sermayeli anonim şirketlerin, yüzde yüz yerli şirketlerden daha güçlü olduğu faaliyet kolları; dokuma, gıda ve çimento sanayileri; elektrik-havagazı üretimi, orman işletmeciliği, haberleşme-yayın ve sinema-tiyatro, otel ve kaplıca işletmeleridir.” (Özgür Gelecek) Benzer tahlili Avcıoğlu’da yapmaktadır. “Milli kapitalizmin yabancı ortakları milli teşebbüs erbabı yaratılmak istenmiş, fakat genellikle İstanbul ve İzmir kompradorları ile ve yabancı şirketlerle uzlaşmaya ve ortaklığa girişmeye hazır bir iş adamı türü yaratılmıştır.” (Avcıoğlu D.) Bu durum, Türk burjuvazisinin komprador niteliğini gösteren bir gerçekliktir. Emperyalist sermayeye sırtını vererek palazlanma eğilimidir. Emperyalist tekellere tanınan imtiyazlar, TC kurulduktan sonra da devam etti. Bu bağlamda Cumhuriyet kurulduktan sonra değişen yönetimlere dayandırılarak sonradan sömürgeleştiğini düşünmek açıktır ki hatalıdır. Daha o dönem sürecin nasıl yorumlandığına bakalım. 1-8 Eylül 1920 tarihleri arasında Bakû’de toplanan Birinci Doğu Halkları Kongresi’nde tarım sorununu inceleyen komitenin raporu şu değerlendirmeyi içermektedir. “Türkiye’de Mustafa Kemal Hükümeti gibi, İran ve Hindistan’da ulusal liberal hükümetler İngilizleri yurtlarından kovmuşlar ve siyasal bağımsızlıklarını İngiltere’ye kabul ettirmiş olsalar bile, ülkelerindeki kapitalist toplum yapısını elde tutmakla, ekonomik açıdan bağımlılıklarını aynı ölçüde sürdüreceklerdir. Siyasal bağımsızlık bu ülkeleri, kapitalizmin nüfuzundan veya yerli bir sanayi kapitalinin oluşmasından, üretim araçlarının özel mülkiyetine dayalı ulusal bir sanayinin gelişmesinden kurtaramayacak; köylü sınıfı, kapitalizmin oluşma süreci içinde kendisini kesin bir yıkıma uğratacak olan acılı bir dönemden geçmek zorunda kalacak; köylülerin topraklarından kovulduğu ve ücretliler aleyhine bir grup haline geldikleri görülecektir. İşçi sınıfına dönüşen köylü sınıfı, kendi milli burjuvazisi (veya yabancı burjuvazi) tarafından büyük tarım işletmelerine, imalathanelere, fabrikalara ve madenlere gönderilecek; buralarda, kapitalistleri zenginleştirme uğruna, karın tokluğuna bir ücretle çalışmak zorunda bırakılacaktır.” (Toprak M.) Bu değerlendirmeyle birlikte cumhuriyetin kurulmasının “burjuva devrimi” olarak değerlendirilerek ilerici olduğu iddiasına cevaben Mao Zedung’a başvurarak Yeni Demokrasi tezinde artık burjuva diktatörlüğünde kapitalist gelişimin olamayacağını buna en başta emperyalizmin müsaade etmeyeceğini değerlendirdiğini hatırlatalım. Mao Zedung Türkiye hakkında da şu değerlendirmede bulunuyor. “Zaten Kemalist Türkiye bile, gittikçe daha çok bir yarı-sömürge haline, gerici emperyalist dünyanın bir parçası haline gelerek, sonunda kendini İngiliz-Fransa emperyalizminin kollarına atmak zorunda kalmaktadır. Günümüzdeki uluslararası durumda sömürge ve yarı-sömürgelerdeki “kahramanlar”, ya emperyalist cephede yer alarak dünya karşı-devrim güçlerinin bir parçası haline gelirler, ya da anti-emperyalist cephede yer alarak dünya devrim güçlerinin bir parçası haline gelirler. Ya birini ya da diğerini yapmak zorundadırlar, çünkü üçüncü bir yol yoktur.” (Mao Zedung)
Devletçi ekonomi, devlet teşebbüsleri veya kamu iktisat teşebbüsleri olarak isimlendirilen devlet işletmelerinin gerçek mahiyetine de değinelim. Bugünden geçmişe doğru bir inceleme yapıldığında daha net anlaşılabilir. Bugün nasıl ki devlet garantili köprülerle, hastanelerle veya farklı farklı ihalelerle birtakım kesimler palazlandırılıyorsa geçmişe doğru gidildikçe palazlanan kesimler zaman zaman değişmekle birlikte uygulama çoğu anlamıyla aynı niteliktedir. Bugün en büyük holdinglerin, işletmelerin ilk kaynağını Ermeni ve Rumların varlıkları oluştururken büyümesi de devlet destekleriyle sağlanmıştır. Devlet ekonomisiyle yani halktan alınan vergilerle işletmeler açılmış bir süre belli bir zümreye devlet altında faydalandırılmış daha ilerleyen süreçlerde de yok pahasına özelleştirilmiştir. Veya herhangi bir ürün devlete fahiş fiyatlara satılarak dev vurgunlar yapılmıştır. Bir örnek vermek gerekirse; “Çimento sanayii Türkiye’de ilk çimento fabrikası, 1910 yılında, Aslan Osmanlı Şirketi tarafından Darıca’da kurulmuştur. Aslan, Anadolu, Türk Çimento ve Ankara, 1932 yılında bir kartel kurarak piyasayı paylaşacaklar ve fiyatları yüksek tutacaklardır. Çimento fiyatı Yunanistan’da 16, Polonya’da 12 lira iken, Türkiye’de 30 lira olacaktır. İktisat Vekaleti’nin 1935 yılında yaptığı maliyet araştırmaları 30 liraya satılan çimentonun 20 liraya satılabileceğini gösterecektir. En büyük müşteri, üretimin yüzde 70’ini tüketen devlettir. … Bunun üzerine devlet, Temmuz 1938’de çimento sanayiini devletleştirme kararını almıştır. Bu karar uygulanamamıştır.” (Avcıoğlu D.)
Cumhuriyetin kendisini var etme zemini bir yandan Osmanlı karşıtlığı olurken diğer yandan Osmanlı’nın devamcısı olduğunu da inkar edememektedir. Osmanlı’dan kalan borçların sahiplenilmesi önemli bir veridir. Osmanlı “karşıtlığı” ise kongrede konuşan M.Kemal tarafından “Osmanlı tarihinde bütün çabalar, milletin gerçek ihtiyaçlarını karşılamaya değil, kudretli ve azametli padişahların ihtiraslarını tatmine yönelmişlerdir. Mesela Fatih, Selçuklu ve Bizans’ın da mirasıyla yetinmedi; Garbi Roma İmparatorluğu’na da konmak istedi. Mesela Yavuz Sultan Selim, Asya İmparatorluğu’nu birleştirerek bütün bir İslam ittihadı peşinde koştu. Kanuni Sultan Süleyman Akdeniz’i bir Osmanlı gölü yapma, hatta Hindistan üzerinde nüfuz kurmak gibi bir siyaset takip etmek istedi. Bu ihtirasları hayata geçirmede bütün milleti, toplumun unsur-u aslisini kullandılar. (Şahinkaya, S.) (Bu sözleri bugün söylese tekrar suikaste uğrayabilirdi.) Osmanlı’yı fetihler peşinde koşan ve böylelikle toplumu üretim ve gelişimden mahrum bırakan yapıyı eleştirerek kendisinin öncülük ettiği Cumhuriyette üretimin ön planda olacağını söylüyor. Osmanlı’nın sadece bugünkü Türkiye sınırlarında kalan bölgenin değil hakim olduğu tüm bölgelerin kaderiyle oynadığı aşikardır. Fetih ve yağma politikasına uygun içeride bir birikim olmamıştır. Bugün hala geçmişte Osmanlının hakim olduğu sınırların büyük kısmı geri kapitalist aşamadadır. M.Kemal “ihtirasları” gerekçesiyle Osmanlı paşalarını suçlarken aslında kendisini var etme derdindedir. Kendisinin “yeni”, “ileri” vs. sıfatları alabilmesi için geçmişin son derece lanetlenmesi gerekmektedir. Zira mevcudiyetin pek matah olmadığı bir durumda Osmanlıyla kurulan “zıtlık” üzerinden hem içeride halkı konsolide etme hem de batıya Osmanlı aklından uzaklaşıldığı imajı verilmektedir. Bu yöntemi İslamiyet’in başlangıcında da görebiliriz. İslamiyet öncesi “cahiliye” olarak açıklanır, türlü türlü kötülüğün kol gezmesinden bahsedilir vs. Daha sonra İslamiyet gelir ve tüm olumsuzluklarla “savaşır”. En iyisidir çünkü geçmiş çok kötüdür düşüncesi oluşturulur.
M.Kemal’in Osmanlı ve emperyalist sermaye hakkında kimi yerlerde söylediği yazdığı parçalardan Kemalizm’den sosyalizm çıkarılmaya çalışılmasına cevaben; bugün hükümetler emperyalist güçler arasındaki çelişkilerden azami ölçüde kendilerine fayda sağlamak için uğraşmaktadır. Öyle ki kaba söylemlerin altında esaslı bir duruş olduğu havası verilmeye çalışılırken özünde emperyalistlere bağımlı olması nedeniyle tekrar tekrar aynı limanlara yanaşılmaktadır. Bu yöntem cumhuriyetin kuruluşundan itibaren süregelmektedir. Yeri geldiğinde Sovyetler’den yardım almıştır yeri geldiğinde emperyalistlerden. Her defasında da esasen emperyalist-kapitalist düzenin içerisinde kalacağını ilan etmiştir. Ortada tarafsız kalmaktan da bahsedilemez, aksine tarafları yeterince nettir ve bu da halkların özgürlüğüne düşmanlıktır. M.Kemal pek çok yerde değinmiştir fakat biz şu pasajı aktarmakla yetinelim; “Bolşeviklere gelince, ülkemizde bu öğretinin hiçbir yeri olamaz. Dinimiz, geleneklerimiz ve sosyal yapımız bütünüyle böyle bir düşüncenin yerleşmesine uygun değildir. Türkiye’de ne büyük kapitalistler, ne de milyonlarca işçi vardır. Öte yandan tarımsal bir problemimiz yoktur. Son olarak sosyal yönden dinsel ilkelerimiz, Bolşevizm’i benimsemekten bizi uzak tutmaktadır. Türk ulusunun bu öğretiye karşı hiçbir eğilimi olmadığının ve daha da ötesi, gerektiğinde savaşmaya hazır olduğunun en iyi kanıtı, Ferit Paşa’nın Bolşevizm’in ülkede yayıldığı ya da yayılmak üzere olduğu yolundaki gerçek dışı söylentilerine karşı ulusun duyduğu kaygılardır” (Onar, M.) Bazı dönemler aralarında M.Kemal’in de bulunduğu kimi paşalar birbirlerine “yoldaş” diyerek hitap etmişlerdir. Bu da elbette Sovyetler’den gelecek destek uğruna girilmiş kaplardandır.
Kongrede sonuç anlamında işçiler adına İşçi Grubunun İktisat Esasları olarak otuz dört madde geçirildi. Bunlar ameleye işçi denilmesi, 8 saat çalışma süresi, sendikalaşma hakkı, 1 Mayıs’ın tatil kabul edilmesi gibi maddelerden oluşmaktadır. Kimi maddeler bugünün şartlarında dahi uygulanmamaktadır. Kongre sonrasında aslında uygulanan tek madde ameleye işçi denilmesini öneren maddedir. 1 Mayıs 1935’te Bahar Bayramı adı altında ücretsiz tatil olarak uygulanmıştır. Sadece 1921-22 yıllarında kutlanmıştır. 1980 12 Eylül darbesiyle resmi tatil olmaktan çıkarılmıştır. 2009 da tekrar resmi tatil ilan edilmiştir. Dönemi bakımından ileri noktada duran bu maddelerin uygulanmayacak olmasına rağmen oluşturulmasının nedenini bir yerlere verilmeye çalışılan mesaj olarak görmek gerekmektedir. Son maddede belirtilen tarım işçilerinin bu maddelerin kapsamı dışında tutulması ayrı bir ironidir. Zira oldukça kalabalık bir nüfuz tarım işçiliği yapmaktadır.
İzmir Büyük Şehir Belediyesi tarafından da yüzüncü yıl bağlamında ‘ikinci yüzyılın iktisat kongresi’ adında etkinlikler yapıldı. Çiftçi buluşması, sanayici, tüccar ve esnaf buluşması, ve işçi buluşması düzenlendi. Buluşmalar elbette her kesim için önemli temennilerle sonuçlandı! Her birine neo-liberal selamlar gönderildi. Diğer oturum başlıkları ise birbirimizden razıyız, doğamıza dönüyoruz, geçmişimizi anlıyoruz, geleceği görüyoruz şeklinde sıralandı. Geçmişi tahrif ederek ele alan bir yaklaşım söz konusu. Birbirimizden razıyız oturumunun ise Aziz Vukolas Klisesi’inde yapılmış olması oldukça manidardır. Buluşmada farklı ekonomik, sosyal ve kültürel özelliklere sahip toplulukların temsilcileri ile demokrasi ve insan hakları konusunda uzmanlarla çalışıldığı ifade ediliyor. Kemalist zihniyetin tam olarak en azından görünüşte “günah çıkarma” ritüeli yaptığını söyleyebiliriz. Emperyalizmle kol kola yürüme anlayışı devem ediyor elbet, sadece belediye değil CHP’nin planı da bunu öngörüyor. Alt başlıklardan biri var ki ‘tüm doğayı koruyalım, üretici olalım ve işçi-köylü dostu’ etkinliklerin yanında bariz sırıtmaktadır. ‘Sadakate davet’ başlıklı etkinlikle cumhuriyetin ikinci yüzyılında ekilenleri sabırla hasat etmeye davet ediliyor. Anadolu insanının çilekeşliği, zarafeti, az olanla yetindiği, yok olanı var ettiği gibi güzellemeler yaparak sabır ve sadakat çağrısında bulunuluyor. Akıllara en az 60 yıl önce yazılan Nazım’ın “Ha dayan hemşerim sonuna vardık” dizelerini getiriyor. Ayrıca bu oturuma HDP eski Mv. Sırrı Süreyya Önder’in “Sadakat Beklentisi ve Gerçeklik” adlı konuşmasıyla davet edilmesi dikkat çekmiştir. Kürt ulusuyla bu kadar özdeşleşmiş, çözüm sürecinde görüşmeci olmuş bir insanı bu etkinliğe davet etmek erkin, “kudretli” olanın kim olduğunun kabul edilmesi gerektiği mesajı olarak algılanması yanlış olmaz. Türk kimliğinin “büyük abi” rolü dayatılmaya devam ediliyor.
Birinci yüzyıl katliam, talan, sömürü, baskı, jop ve dipçikle geçti. Planlanan ikinci yüzyıl da ilkini aratmayacak gibi gözüküyor.
Kaynaklar
Aralov, S.İ.; Semyon İ. Aralov, Bir Sovyet Diplomatının Türkiye Anıları
Avcıoğlu D.; Türkiye’nin Düzeni Dün-Bugün-Yarın
Kayıran M. vd.; Kayıran M., Saygın S., Eskişehir Osmangazi Üniversitesi Türk Dünyası Uygulama ve Araştırma Merkezi Yakın Tarih Dergisi 2019 Cilt 2 Sayı 5
Koç, Y.; Türkiye İktisat Kongresi ve İşçiler (17 Şubat-4 Mart 1923) 9 Nisan 2021
Ökçün G, İzmir İktisat Kongresi, Cumhuriyet Dönemi Türkiye Ansiklopedisi, 4. Cilt, İletişim Yayınları
Özgür Gelecek Cumhuriyet Kime Aittir-2; https://ozgurgelecek46.net/analiz-cumhuriyet-kime-aittir-2/
Onar, M., Atatürk’ün Kurtuluş Savaşı Yazışmaları, GÜ Teknik Eğitim Fakültesi Matbaası, Cilt: I, Ankara 1995, s. 191.
Şahinkaya, S. Yollar dikensiz gül bahçesi değildi Türkiye (İzmir) İktisat Kongresi (17 Şubat 4 Mart 1923)
Toprak M., “İzmir İktisat Kongresi: Bir Gelecek Perspektifi”; İktisat, İşletme ve Finans, Ocak 2004
Zedung, M., Seçme Eserler Cilt: 2, Yeni Demokrasi Üzerine, Burjuva Diktatörlüğünün Reddedilmesi, Eriş Yayınları.
Yazı; Yeni Demokrat Gençlik dergimizin 19. sayısında yayımlanmıştır.