Umut, daha büyük bir canlılık, daha büyük bir duyarlılık ve akılcılık sağlamak yönünde gerçekleştirilmek istenen her toplumsal değişimin, belirleyici ögesidir…. Ama beklentilerde edilgenlik varsa ve umut el-etek çekmenin, teslimiyetçiliğin bir bahanesi oluyorsa umut etmekten söz edilemez. (Erich Fromm, Umut Devrimi)
Emperyalist – kapitalist sistem tarihsel gericiliğiyle çatırdamaya devam ederken zayıflattığı tek şey kendisi olmuyor. İnsanı, doğayı, insanlar arası ilişkileri, insan doğa ilişkisini, cinsiyetler arası etkileşimi ve daha birçok denklem üzerinde duran çelişmeleri büyütüyor ve ahengi bozuyor.
Dünyada işler bir takım alt yapısal yenilenmeleri ve bunların kendi hukukunu hayata dayatması ile yeniden şekilleniyor. Avrupa demokrasisi parlayıveriyor. Na mevcut demokrasi ülkeleri ile “demokrasi” ülkelerini birbirinden ayıran şey nedir? Kısaca değinmek gerekir. En önemli farkı burjuva devrimlerinde görmek abartılı olmasa gerek. Veya halkın; işçi, köylü, küçük burjuva… mücadelelerinin devrim yapamamış olsa bile hak kazanabilmiş olması. Türkiye de dahil olmak üzere Ortadoğu ve doğu ülkelerinin bilinçli olarak ekonomik açıdan geri bırakılması dolayısıyla bu da demokratik gelişimin baltalanmasına neden olmuştur. Kültürel anlamda bir takım etkileşimlerle veya üstten inme yöntemlerle değişim topal kalmıştır. Demokrasi ise gerek devlet yapılanması içerisindeki çatışma, gerekse halk nezdinde huzursuzluktan korkulması nedeniyle öne çıkartılarak altından faşizm beslenmiştir.
Günümüzdeki siyasal çatlaklar, egemenlerin bir yanda birbirlerine düşmanlıkla ve diğer yanda kol kola girerek doldurulmaktadır. Ekonomik olarak büyük bir uzlaşım halinde olan bu iki grubun kültürel anlamda bazı semptomları dışında başka meseleleri gündem olmamaktadır. Ekonomik olarak çatışmaları ise “balı tutan parmağını yalar” dairdir. Değişim atmosferi de bu kısır, gerici çember etrafında dönmekte. Emperyalist – kapitalist sistemin halklar üzerinde tahrip çabası ülkelerin kendi özgünlükleri de eklenince katmerli bir hale gelmektedir. İnsanın mekanikleşmesi, edilgenleşmesi, hiçleşmesi, tüm dünyayı kendisi için var sanması toplumun büyük bir kesimi için gerçekliktir. Ancak bu durum ne ülkemizde ne de başka bir yerde son noktaya ulaşmamıştır. Zira yaşam, insanları düzen aklıyla “üretirken” bir yandan da çarkları kıracakları da içerinde barındırıyor.
Bu yazıya konu olan yanı ise “değişim” ve “itaat etme” kavramları ile somutlaşan, muktedirlerin güncel politikalarını yorumlayabilmektir. Değişim kelimesi kullanılırken algıda mevcut olumsuzluğun giderilmesine yarayacak yenilenmelerin olacağı düşünülür. Lakin düzen içi değişimler bizleri sürekli bataklığa çekmektedir. Ekonomik krizde veya herhangi bir konuda çözümünün anahtarı bakan isimlerini değiştirmek midir? Sınav sorularındaki şaibe gündem olunca yöntem yine aynı mıdır? Aynı olan bir şey var, oda sorunların kaynağı. Kişiler üzerinden değil, sistemsel bir kaynaklık.
İki temel nokta üzerinde durmak gerekir. Ekonomik olarak bulunulan nokta. Üst yapı tartışmaları olarak ifade edilen kültürel, siyasal hegemonya. Bu iki noktanın ışığında, sistemsel sorunların taze mağduru, isyancı, muktedirlere itaatsizlik gösteren gençlere dikkat kesilmeli. Ekonomik olarak sistem tarafından gelecek sunulamayan, giyimiyle-kuşamıyla, yaşam tarzıyla hazımsızlık yaratan dinamik kesime. Gençler özgülünde ise üniversitelerdeki atmosfere ve saldırılara bakmak gerek.
Geçtiğimiz yıllarda özellikle kayyum rektörlere karşı yapılan eylemler ile barınma sorununa dair gerçekleştirilen eylemler geniş kitlelerde etki yaratmayı başardı. İkisi de yaşamın gerçekliğinden, siyasi ve ekonomik nedenlerden kaynaklanmaktadır. İki eylemde de sadece kendi ufkunu genişletmekle kalmayıp geniş kitlelerin ufkuna dokunuşlar gerçekleşti. Bir yanda kayyum meselesiyle daha önceden tanışmış HDP kitlesinin irade gaspı ile iradesi yok sayılması vardı bir yanda en temel ihtiyaç olan barınma sorunuyla cebelleşen binler. Yakın zamandaki kitlesel üniversite eylemlerinin muhtevası temel sorular oluşturuyordu. Demokrasi, özgürlük yok; barınma imkanımız, yaşam hakkımız yok. Bu anlamıyla bulunduğu zemin siyasi iktidarın hedef tahtasına yerleşmesine neden oldu.
Bahsettiğimiz iki eylem süreci de polis zoru kullanılmasıyla geriletildi. Şimdi ise buna benzer süreçlerin yaşanmaması için ellerinden geleni yapıyorlar. İçişleri Bakanlığı, 81 il valiliğine gönderdiği genelge ile üniversitelerin açılması ile birlikte ortaya çıkacak ‘barınma sorununu’ çözmek bir yana, sokakta kalacak öğrencilerin tepki göstermesinin engelleneceğini ilan etti. Üniversite kulüpleri kriminalize edilerek gençlerin bir araya gelmeleri, tepki göstermeleri engellenmek istenmekte. Üniversiteli gençlerin apolitik hale gelmesi için yıllardır uğraşan iktidar alışkanlık haline getirdiği genelgeleriyle kendisi adına acil çözümler aramakta.
Zira mızrak çuvala giremeyecek boyuttadır. Gençler geçinemiyor, koca bir ülkeye tutsaklık dayatılıyor.
Genelgede ekonomik sorun yaşayan gençler için yardım edileceği belirtiliyor. Ne yardımı? Hem insanları yardım almak zorunda bırakacak duruma kim getirdi? Bu meselenin çözümü için zaten bir bakanlık var, bunca yıldır ne yaptı? Ne yapmadı da durum bu hale geldi? Türkiye’de üniversite öğrencilerinin sayısı yaklaşık 3 milyon 800 bin kişiyken KYK yurt kapasitesi yalnızca 695 bin kişi ile sınırlıdır. Bahsedilen yardımın yapılmasına somut verilerle imkanı yok. Bir yandan da gerçekten bu amaçtalar mı? KYK yurtlarının yeterli sayıda olmaması binlerce üniversitelinin eğitimini imkansız hale getiriyor. Yurtlara yerleşen üniversiteliler içinse nitelikli yaşam koşulları sağlanmıyor. Enes Kara’nın cemaat, aile, toplum, sistem sarmalında maruz kaldığı psikolojik baskılara dayanamayarak intihar etmesi hala akıllarımızda. Ev bulabilmek imkansıza yaklaşmış kira fiyatları korkunç boyutlara ulaşmış durumda. Ev bulabilen ise kirayı ve faturaları karşılayabilmek için -eğer şansı varsa- ucuz iş gücüne dönüşecek.
Genelge özel olarak barınma konusundan oluşacak tepkiyi hedef alsa da esasında hak arama mücadelesinin önünü tıkamaya çalışmakta. Bu da en başından insanların yan yana gelmelerinin önüne geçilerek sağlanmaya çalışılıyor. Saldırı niteliğinde hamleyle önlem alınıyor.
Bir başka önlem ise burjuva medyanın tartıştıkları, tartıştırdıkları. Siyasi olarak ülke atmosferi türlü yasaklamalarla doldurulurken huzursuzluğun çözümü olarak seçimlere işaret ediliyor. Bu yöntem özellikle CHP ve İYİP gibi sistem partileri tarafından sonucu kesinleşmiş ve tek yol olarak sunuluyor. Oysa huzursuzluğun kaynağı o kadar derin ki sistem çerçevesine sığamıyor. Manipülatif öne çıkışlarla kitle oyalanıyor. İktidar koltuğunda oturanlar da “muhaliflik” yapanlarda mukaddes sistemin geleceğini korumak için çalışıyor. Seçim dönemi boyunca oluşacak politik atmosferde, mevcut krizler sandığa odaklandığı taktirde her türlü sonuç bilinçlerde hezimeti yaşatacaktır. Bu, ya kısa zamanda mevut iktidar yerini koruduğunda gerçekleşecek ya iktidar patisi değiştikten bir süre sonra. Zira oluşacak değişimin esaslı bir çözüm üretmesi kendi tabiatına aykırı.
Gidişatın içerisinde özne, müdahil olabilmek zorunluluktur. Türlü yasaklama, baskı muktedirlerin tabiatında var bizlerde; gençler, kadınlar, LGBTİ+’lar, yoksullar top yekun ezilenler olarak tabiatımıza uyarak mücadelenin yol ve yöntemlerini geliştirmeliyiz. Örgütlenme, hak arama mücadelesinin meşruluğuna dayanarak kendimizi var etmeli ve bu temelden yükselmeliyiz. Bugün sendikalar örgütleme yaparken, greve çıkarken doğrudan işten atmalarla yasaklamalarla engelleniyor. Keza demokratik kitle örgütleri özel politika ve saldırılarla yıpratılıp etkisiz hale getirilmek isteniyor. Her hangi bir eylemsellik yasaklamayla karşılaşıyor, manipüle ediliyor. İçerisinde propaganda yapılabileceği gerekçesiyle üniversite kulüpleri kapatılıyor.
Elbet bu saldırılarla baş etmenin türlü yöntemi bulunur. Öncelikle örgütlenme hakkının tam anlamıyla kabul ettirilmesi gerekir. Tüm ezilen kesimlere fiilen yasaklanan örgütlenme hakkını kazanmalıyız. Meşruiyet tartışmasından çok zorunda bırakmalı, kabul ettirmeliyiz. Aksi taktirde özgürlüğe giden yolu adımlayamayız.
*Mao Zedung