Engels insanlığın sınıflı toplumlar tarihini tanımlarken “Ve bizzat, yeni toplum, varlığının iki bin beş yüz yıllık süresince, küçük bir azınlığın, büyük bir sömürülenler ve ezilenler çoğunluğu zararına gelişmesinden başka hiçbir şey olmadı ve bugün, her zamandan da çok, böyledir.” (Ailenin Özel Mülkiyetin ve Devletin Kökeni, s.116, Sol Yayınları) der. Eserin kaleme alındığı tarihin ardından gerçekleşen sınıf mücadeleleri; devlet aygıtının çoğunluğun çıkarına (Demokratik Halk İktidarı, Proleterya Diktatörlüğü) örgütlendiğine şahit olsa da, bugün devlet aygıtının küçük bir azınlığın, büyük bir sömürülen ve ezilenler çoğunluğu zararına örgütlendiği gerçekliğiyle mücadele ediyoruz. Tarihsel sürecin incelenmesi; egemenlerin merkezi ve yerel düzeyde hangi biçimlerde örgütlendiği, biçimsel-yapısal değişikliklerin gözlemlenebilmesi açısından ön açıcı bulunuyor. Bu değişikliklerin dinamikleri ve ezilenlerin ne gibi alternatifler açığa çıkardığı, içerisinde barındırdığı deneyimler açısından önemli bir yerde duruyor.
Bu tarihsel süreci; Antik Çağ’da sitelerin doğuşu, Antik Yunan’da polisler, Derebeylikler, İmparatorluklar, Ortadoğu’da İmparatorluklar (Selçuklu ve Osmanlı imparatorluğu), Avrupa’da İmparatorluklar (Roma İmparatorluğu ve Haçlı Seferleri sonrası), Fransız İhtilali, Paris Komünü, Sovyetler (Sovyet Şuraları, Kolhozlar), Çin (Halk meclisleri), TC Devleti şeklinde incelemeyi, tarihsel kesitleri anlamamız açısından ön açıcı buluyoruz.
Antik Çağ’da siteler
Ortadoğu’da yerleşik yaşamın başlaması, toprak mülkiyetinin ortaya çıkışı toplulukların çeşitli biçimlerde örgütlenmesini meydana getirmiştir. Antik Çağ’da siteler aşiretler halinde yaşayan toplukların bir araya gelerek oluşturduğu şehir devletlerinin toplamını ifade etmektedir. Siteler özgünlükleri barındırmakla birlikte teokratik bir yönetim biçimine sahiptir. Patesi adı verilen prens, şehri “tanrı” adına yönetmektedir. Ancak şehir devletlerinin ve Patesilerin gelişmesi, aralarında meydana gelen rekabet, bir şehir devletinin diğer şehir devletlerini hakimiyeti altına almasıyla sonuçlanmıştır. Bu sitelerin Lugal(Kral) tarafından yönetilmesiyle sonuçlanır. Aşiretlerin bir araya gelerek oluşturduğu şehir devletleri, tek bir şehir devletinin himayesi altına girerek merkezileşmiştir. Burada öne çıkan başlıca etmenlerden birisi merkezileşmenin aracı olarak dinin kullanılmasıdır.
Antik Yunan
Antik Yunan’da birbirinden bağımsız birçok şehir devleti vardır. Bu şehir devletleri özgül koşulları sonucunda farklı yönetim biçimlerine sahiptir. Bu yönetim biçimleri belli bir hukuki dayanağı bulundurmamaktaydı. İktidarın belli bir hukuka veyahut iradeye dayanmadığı, belli bir askeri güce sahip herkesin iktidar mücadelesine girişebildiği bir durum söz konusuydu. Bu iktidar mücadeleleri merkezi yapıların otoritesini zayıflatan, ekonomik olarak iktidar mücadelesinin tarafı olan güçleri, esasta halkı zorlayan bir şekilde devam ediyordu. Bu kaotik durum birçok tartışmanın yürütüldüğü, farklı fikirlerin ifade edildiği bir ortam yaratmıştır. Bu döneme dair yazılan birçok kaynakta “Tiran” “Oligarşi” gibi tanımların sık ifade edildiği görülmektedir. Tiranlık bir kişinin herhangi bir hukuka dayanmadan yönetimini ifade etmektedir. Oligarşi tanımı ise bir grubun herhangi bir hukuka dayanmadan yönetimini ifade eder.
Yine bu dönem “demokrasi” kavramının ilk defa ortaya çıktığı süreçtir. Epistemolojik kökeni “demos” halk, “kratos” egemenlik kavramlarına dayanan demokrasi sözcüğü kelime anlamıyla “halk egemenliği” halkın yönetime katılımını ifade eder. Ancak burada kullanılan “demokrasi” kavramı sadece “özgür yurtdaş”ların oy kullanabildiği bir durumu ifade etmektedir. Demokrasilerin sadece “özgür yurttaşların” oy vermelerine yönetimle ilgili kararlara dahil olmalarına olanak sağlamıştır. Diğer halk kesimlerinin yönetime katılamadığı bir durum söz konusudur. Burada “halk” ve “özgür yurttaş” terimlerini ayrı ele almak elzemdir. Keza demokrasi eliyle seçilen yönetim organları tek bir bireyin yerine bir grubun yönetimini ifade ederken bu grubun kimliğine dair yürütülen tartışmalar önemlidir. Bu tartışmalar “aristokrasi” ve “oligarşi” kavramlarının niteliğini öne çıkarmaktadır. Antik Yunan’da tiranların yerini oligarşiler almıştır. Belli bir hukuka dayanmayan bir grubun yönetimi söz konusudur. Yönetim biçimine dair yaşanan değişiklikler merkezileşmenin güçlenmesiyle sonuçlanmıştır. Azınlığın karar verdiği çoğunluğun tabii olduğu yönetim biçimi yerellerde pratik olarak bir değişiklik yaratmamıştır. Ancak merkezileşmenin güçlenmesiyle birlikte merkezin sömürü, baskı uygulamaları artarken, yerelde oluşturulan yerel mekanizmalar merkezin yereli kontrol ettiği organlara dönüşmüştür.
İmparatorluklar
İmparatorlukların meydana geliş tarihleri çeşitli coğrafyalarda farklılıklar göstermektedir. Ortadoğu’da İÖ 3000 yılından itibaren çeşitli biçimlerde inşa edilen imparatorluklar yazılı tarihlere göre Avrupa’da İÖ 400 yıllarında meydana gelmiştir. Şehir devletlerinin yerini güçlü merkezlerden ve geniş coğrafyaları hakimiyeti altına alan imparatorluklara bırakması göçebe ve yerleşik yaşamın iç içe gerçekleştiği coğrafyalarda daha önce meydana gelmiştir. Yerleşik yaşama geçişle birlikte ortaya çıkan toprak mülkiyeti, göçebe toplulukların yaşamsal ihtiyaçlarını kısıtlamakta, bununla birlikte toprak mülkiyetini geliştirme çabası yerleşik yaşama geçmiş toplulukların geniş yığınlar ve coğrafyalarda hakimiyet kurma çabasını ortaya koymuştur.
Ortadoğu’da İÖ. 3000 yılından bu yana Mısır imparatorluğu, Asur imparatorluğu, Pers İmparatorluğundan başlayarak Osmanlı imparatorluğuna kadar birçok imparatorluk meydana gelmiştir. Bu imparatorluklardan Med İmparatorluğunun yerel yönetim anlayışını başka bir çalışmada incelemeyi hedefleyerek, bu çalışmada Osmanlı ve Selçuklu imparatorluğunun üzerinde durmak TC devletinin yerel yönetim politikaları konusunda fikir verecektir. Avrupa’da Roma imparatorluğu ve Haçlı seferleri sonrası derebeyliklerin yıkılarak yeniden İmparatorlukların meydana geldiği süreç yerel yönetim anlayışındaki gelişmelerin gözlemlenebilmesi açısından ön açıcı bulunuyor.
Ortadoğu’da İmparatorluklar
Selçuklu imparatorluğu kuruluşunda askeri-göçebe bir topluluk iken geniş coğrafik hakimiyetiyle birlikte yerleşik-göçebe birçok topluluğun içiçe yaşadığı bir yapıya dönüşmüştür. Verili kaynaklarda ifade edildiği üzere yerel yönetimlerde adem-i merkeziyetçi bir anlayışa sahiptir. Merkezi olarak monarşinin hakim olduğu imparatorluk yerellerde yerelin özgünlüğünde yönetilmektedir. Yerellerin özgünlükleri merkezi iktidar tarafından tanınmaktadır. Verili kaynaklarda ifade edilen biçimiyle vilayetlerin özerk bir şekilde örgütlendiği ifade edilmektedir. Yerellerde bulunan bu “özerk” durum Selçuklu İmparatorluğu’nun esas yıkılma sebepleri arasında gösterilmektedir. Beylikler arası gerçekleşen rekabetler ve merkezi yapıya alternatif olabilecek düzeyde gelişen beyliklerin olması bu yıkılışa verilen örneklerdendir. Bunların yanı sıra devletin yerel ihtiyaçları karşılamak için kurumsallaşan yapıları ilk bu dönemlerde görülmektedir. Ancak göçebe toplulukların kullanabileceği topraklar (İmparatorluk toprağı) ile beyliklere ait toprakların genişlemesi arasındaki ters ilişki halk arasında çıkan çatışmaların daha sonra örgütlü isyanlara dönüştüğü bir durumda söz konusudur. Bu isyanlara daha sonra A. Selçuklu İmparatorluğu döneminde gerçekleşen Babai İsyanlarını örnek verebiliriz. Moğol istilaları ile birlikte bölgede artan yoksulluk ve merkezileşme sorunu yerellerde farklı dinamiklerin açığa çıkmasıyla sonuçlanmıştır. Bu dinamiklerden birisi yukarıda belirttiğimiz gibi göçebe toplulukların toprak sorunudur. Yazılı tarihte ifade edilen Kayı Boyu (Osmanoğulları) bu göçebe topluklardandır. Kayı Boyu, yerleşik yaşama geçişiyle birlikte yayılmacı bir politika izlemiştir. Yerleşik yaşam sürdüren diğer beyliklerle ittifak siyaseti izlerken göçebe topluluklar açısından bir merkeze dönüşmüştür. Bu Moğol istilalarının etkisiyle batıya akın eden tolulukların merkezi haline gelmesiyle sonuçlanmıştır.
Osmanlı devletinin yerel anlayışı Selçuklu devletinin özerk yapısına tamamen zıt bir şekilde örgütlenmeyi hedeflemiştir. Merkeziyetçi bir şekilde yerel mekanizmaların merkezden tayin edildiği ve denetlendiği bir yapıya sahiptir. Merkezi iktidarın (imparatorluk ailesinin) içte yarattığı krizler konusunda fetret devrinden deneyimler çıkarılırken II. Mehmet döneminde gerçekleştirilen Karamanoğlu isyanıyla birlikte yerel politikaları da netleşmiştir. Osmanlı imparatorluğunun, kuruluşunda esnaf ve zanaatkarlar tarafından kurulan ahilik teşkilatlarının farklı bir biçimi olarak Vakıf, Lonca gibi kuruluşlar yine bu dönemde meydana getirilmiştir. Yerel politikalarının önemli bir kısmını yine kuruluşundan 19. yy.a kadar devam eden Tımar Sistemi oluşturmaktadır. 15. yy.ın ikinci yarısından itibaren alt yapı çalışmaları Vakıf’lar eliyle gerçekleştirilirken, ekonomik çalışmalar loncalar eliyle yürütülmektedir. Merkezi iktidarın yerellerdeki siyasi temsilcilerini Valiler, Tımar sahipleri Kadılar, olmaktadır.
Merkezi iktidarın zayıfladığı bu süreç daha fazla merkezileşen bir yapıya kavuşmuş bulunsa da yerellerde farklı anlayışlar barındıran talepler ve isyanlarda gerçekleşmiştir. Bu isyanlara Şeyh Bedreddin isyanı örnek verilebilir. Yerelin kendi yaşamsal ihtiyaçlarını kendisinin karşılamak istediği, merkezi yapının vergi sömürüsü, sürekli devam eden savaşların toplulukların yaşamına açıktan yansıması bu taleplerin yükseltilmesi açısından ön açıcı olmuştur. Osmanlı devletinde öne çıkan durumlardan birisi toprak mülkiyetinin İmparatorluk ailesine ait olmasıdır. Bu durum toprak ağalığının gelişmesine engeldir. Toprak işletme hukukuna sahiptir. Tımar sisteminin bozulmasıyla birlikte bu durumda değişmiştir.
Osmanlı devletinde yerel anlamda yapısal değişikler 1864’de ilan edilen Vilâyet Nizamnamesi ile gerçekleştirildi. Vilayet Nizamnamesi birdenbire tüm ülkede uygulanmadı. Balkan Yarımadası’ndaki Niş, Silistre ve Vidin birleştirilerek “Tuna Vilâyeti” oluşturuldu. 1871 de ilan edilen yasa ile tüm imparatorlukta uygulanmaya başladı. Aynı zamanda belediyelerde ilk defa bu süreçte kullanılmıştır. Yerel yönetimlerin bir parçası sayılan belediyeler ilk kez 1869 yılında İstanbul için kurulmuş, 1870’den sonra da imparatorlukda yaygınlaştırılmıştır. Bu durumda Fransız Devrimi’nin etkisi büyüktür. Aşağıda Fransız Devrimi’nden ayrıntılı bir şekilde değinmeye çalışacağız. Osmanlı imparatorluğuna geri döndüğümüzde merkeziyetçiliğin yoğun bir şekilde uygulandığı görülmekte, yerellerin inisiyatifinin gelişmesinin önü büyük oranda kesilmektedir. Meşrutiyet sonrası da Belediye başkanları, meclis üyeleri merkezi hükümet tarafından atanmaktadır. II. Meşrutiyet’te İstanbul’da ilk belediye seçimleri yapılarak bir belediyecilik uygulamasına geçilmesi öngörülmüşse de bu projeden çok çabuk vazgeçilmiştir. Birinci paylaşım savaşını izleyen yıllarda, 31 Aralık 1922 tarihli bir ‘Teşkilât-i Belediyye Kanûn-ı Muvakkatı’ çıkarılmıştır. Yerellerde gerçekleştirilen yönetim pratikleri merkezin politikalarını uygulamaktan öteye gidememiştir.
Avrupa’da İmparatorluklar
Makedon İmparatorluğu ve ardından Roma imparatorluğu Avrupa’da Merkezi yapıların gelişmiş bulunduğu dönemlere iyi birer örnektir. Ancak daha sonra dağılan bu merkezi yapılar yerellerde Derebeylikler halinde varlığını korumuş 12. 13. yüzyıllar Magna Carta sözleşmesinin imzalanmasıyla birlikte imparatorlukların yeniden meydana geldiği görülmeye başlanmıştır. İngiltere’de “Magna Carta”, 13. yy.da merkezin çevre ile etkileşimi ve yetki bölüşümü anlamında ilk ve önemli bir belge olarak tarihe geçerken merkezileşmenin yeniden sağlanması açısından önemli bir yere sahiptir.
Roma İmparatorluğu
Roma imparatorluğu kuruluşunda krallık olarak yönetilmektedir. Merkezi iktidar tek bir kişi tarafından tahsis edilmektedir. Ancak geniş hakimiyet alanlarının oluşmasıyla birlikte iki kişinin yönetimi başlamıştır. Bunlar Consul olarak nitelendirilmektedir. İki Consul’de eşit hükmetme ve emretme yetkisine sahiptir. Soylular ve askeri yetkililer merkezi yönetime katılma hakkına sahiptir, yerel yönetimler soylular ve askeri yetkililer eliyle gerçekleştirilir. Artan vergi hükümleri bozulan yapılaşma, soyluların ve askeri yetkililerin geniş topraklara sahip olması, İmparatorluk içerisinde çatışmaları doğurmuştur. Merkezin güçlenmesi ve yerellerin zayıflaması yerel yöneticilerin( Serfler, Aristokratlar, Askeri yetkililer) derebeylikler inşa etmesiyle sonuçlanır.
Magna Carta sözleşmesinin krallığa karşı kilisenin, soyluların, feodal beylerin çıkarlarını garanti altına almasıyla birlikte Avrupa’da imparatorluklar yeniden inşa edilmeye başlanmıştır. 4. yy.dan 12. yy.a kadar geçen süreç derebeyliklerin geniş hakimiyetiyle devam etmiştir. 16. yy. ile birlikte Derebeylikler ortadan kalmıştır. 12 yy. Merkezileşen imparatorluklar sürecinde farklı alternatiflerin meydana getirildiği bir süreçtir. İmparatorlukların yeniden ortaya çıktığı süreç askeri, siyasi, ekonomik, dini yapısı bakımından ayrı değerlendirilmelidir. Müslüman toplulukların Batı’ya yönelişi, ticaret yollarının müslüman toplulukların kontrolüne geçişi Avrupa’da hakimiyetini sürdüren kilisenin etkisinin artması merkezileşmenin önünü açmıştır. 13. yy.da Avrupa’da meydana gelen “governance”(yönetişim) kavramı halkın kendi öz dinamiklerine dayanarak ortaya çıkardığı merkezileşme tartışmalarına alternatiftir. Yerinden yönetim, yönetişim kavramlarının Fransa’da ilk defa dile getirildiği dönemdir. Ancak tüm bu tartışmalara karşın Fransız ihtilaline kadar geçen süre Monarşi’nin hakim olduğu bir süreçtir.
Fransız İhtilali ve Paris Komünü
Fransız ihtilali serfler, soylular, askeri yetkililerin, köylülerin, kölelerin varlığının yanı sıra artık burjuvazinin ve proleteryanın var olmaya başladığı bir dönemde gerçekleşmiştir. Ticaretin, sanayinin gelişmesiyle ortaya çıkan bu iki sınıf birbirlerine karşıt olmasına karşın söz konusu monarşi olduğunda köylü yığınlarıyla ittifak gerçekleştirmiş ve Fransız ihtilali gerçekleştirilmiştir. Monarşi yerini meşrutiyete bırakırken Monarşi’nin açtığı koltuklara burjuvazi oturmuş, oy kullanma hakki imzalanan İnsan ve Yurttaş hakları bildirgesi tüm yurttaşlara tanınmıştır. Pratikte uygulması ise 9 milyon yurttaşın bulunduğu Fransa’da 250 bin kişinin oy kullanabilmesi şeklinde oldu. Yine yurttaş hakları bildirgesinde tanınan birçok hak, tanınmayarak pratikte bürokratik anti demokratik uygulamalar hayata geçirildi. Bu dönem belediyecilik anlayışının Avrupa’da ilk uygulandığı dönem oldu. İnsan ve Yurttaş hakları bildirgesinin en önemli tarafı Magna Carta sözleşmesi ile soyluların, aristokratların, kilisenin hakları yasa tarafından tanınırken İnsan ve yurttaş hakları bildirgesi ile tüm vatandaşların hakları yasal olarak tanındı. Tabi pratik bu şekilde ilerlemiyordu. Bu durum ezilenlerin yerel ve merkezi düzeyde taleplerinin açığa çıktığı dinamiği örgütledi. Burjuvazi ezilenlerin(proleteryanın, köylülerin, vb.) taleplerinin sonucu olarak kazandığı hakları proleteryaya karşı bir kırbaç olarak kullanmayı hedeflerken, kitlelerin örgütlü isyanı Paris Komününü açığa çıkardı. Anti-demokratik seçimler, bürokratizm, savaş politikaları, kapitalist üretim ilişkileri karşısında ezilen yığınların alternatifi inşa edildi. Paris komünü işgalci savaş politiklarana karşı enternasyonalist, bürokratik yönetim anlayışına karşı katılımcı, temsili demokrasiye karşı doğrudan, kapitalist üretim ilişkilerine karşı komünal nitelikleriyle birlikte tarihin akışına ezilen çoğunluğun ezen azınlığa hükmetmesi ile farklı bir seyir kattı. Bu deneyim ezilen halkın hanesine iktidar mücadelesi açısınan ciddi birikim açığa çıkardı.
Sovyet Şuraları, Kolhozlar ve Halk meclisleri
Paris komününün ortaya çıkardığı deneyimler arasında önemli bir yerde KP’nin rolü durmaktadır. Emperyalizmin, kapitalizmin, feodalizmin saldırıları altında ezilenlerin öncülüğünü; yaşamın inşasını devrimin korunup geliştirilmesine öncülük edecek aygıtın varlığı sorunudur. Ekim Devriminin ardından KP önderliğinde kurulan yerel yönetim araçları Sovyet Şuraları ve Kolhozlar bu deneyimle inşa edilmiştir. KP önderliğinde inşa edilen Şuralar ve Kolhozlar KP’ye karşı sorumludur. KP ise Şuralara ve Kolhozlara halka karşı sorumluluk sahibidir. Ezen azınlığın iktidarında görüldüğü gibi ezilenlerin ezenler tarafından sömürüldüğü ve yaşamsal geri dönüşlerin en asgari düzeyde gerçekleştiği, yaşamın bürokratizmin sınırlarına sıkıştırıldığı bir durumdan, azami hesap verebilirlik ve proleterya iktidarı inşa edilmiştir. Köylük bölgelerde Kolhozlar, kentlerde şuraların yönetimi vardır. Kolektif üretim ilişkileri yerel ihtiyaçların (sosyal-siyasal-kültürel) karşılanmasında da uygulanmıştır.
ÇKP önderliğinde inşa edilen Halk Meclisleri halkın doğrudan katılım sağladığı üretimin ve yönetimin içerisine ezilen kesimlerin daha yoğun katılabildiği bir biçimde gerçekleşmiştir. KP önderlik misyonunu Halk meclisleri içerisinde ideolojik-politik mücadele yürüterek sürdürmektedir. KP halk meclisleri ile bağını organik bir temelden ziyade bu biçimde yürütmektedir. Halk meclisleri küçük yerellerde bir araya gelen komünlerin bir araya gelerek oluşturduğu yapıya sahiptir. Yerellerdeki en küçük yönetim-üretim organı komündür.
Türkiye’de Yerel Yönetimler
TC devleti kurulduğu günden bu yana mirasçısı olduğu Osmanlı devletinin yerel yönetim anlayışını sürdürmektedir. Yerel yönetim organlarının; merkezin temsilcisi olduğu, yerelin haklarının her dönem en aza indirgenmeye çalışıldığı bir durum söz konusudur. Türkiye’de yerel yaşamın organizasyonu, alt-üst yapının ihtiyaçlarının karşılanması için seçimler yoluyla belediye başkanları ve meclisleri seçilmesiyle oluşur. Devletin bürokratik sınırlarına sıkıştırılmış, katılımcılığın en aza indirgendiği, Kendi organlarını kurma hakkından yoksun bu konuda İçişleri Bakanlığı’ndan icazet almak zorunda bulunan bir kurum tarafından bu ihtiyaçların örgütlenmesi hedefleniyor. Yerel yönetimlerin siyasal sorunlarıyla ilgilenmesi için ise Cumhurbaşkanı eliyle valiler görevlendirilmekte. Belediyeler çıkartılan yasalar ile belli sınırlar ve yetkilerle dizayn edilmiştir. Belediyecilik anlamında çıkarılan ilk yasa 1930 yılında çıkarılan 1580 sayılı belediye kanunudur.1982 Anayasasının yerel yönetimlerle ilgili maddesine eklenen “büyük yerleşim merkezleri için özel yönetim biçimleri kurulabilir” cümlesinin desteğiyle 1984’de 195 sayılı Büyük Şehir Belediyeleri’nin Yönetimi Hakkında Kanun Hükmünde Kararnameyle (KHK) Mart 1984’de üç il merkezinde iki kademeli büyükşehir belediyesi sistemine geçildi. Aynı yıl çıkartılan 3030 sayılı Büyükşehir Belediyesi Kanunu, 2004 yılında çıkarılan 5216 sayılı Büyükşehir Belediyesi Kanunu, 2012 yılında çıkarılan 6360 sayılı kanun, büyükşehir belediyesiyle ilgili kanunlar belediyecilik anlamında belli değişikler meydana getirmiştir. Ancak yapısal açıdan bir değişiklik gerçekleştirilememiştir. Merkeziyetçi anlayış devam etmektedir. Çıkartılan yasalar büyük ölçüde rüşvet zimmet (mülk sahiplenmek) kayırmacılık, aracılar kullanma, rant kollama gibi kitlelerin öfkesine yol açan pratiklere devletin zemin sunmadığını göstermek adına çıkarılmıştır. Esasta devletin yapısından meydana gelen bu pratikler, merkezi anlayışın yerellere yansımasıdır.
Türkiye’de örgütlenme gerekçesi, merkezi politikaların yerellere uygulanması ve yerelin özgünlüklerine göre pratiğe geçirilmesi olan belediyeler ve valilikler pratikte, Devletin (Valilik), ve temsil ettiği Partinin (belediyeler) temsilcisi olmaktadır.
Pratiklerin genel çerçevesini bu yaklaşım belirlerken halkın taleplerini örgütlü bir biçimde geliştirmesi bu konuda özgünlükler ve belli kazanımlar meydana getirilmesiyle sonuçlanmıştır. Yerellerde meydana getirilmesi gereken pratikler açısından sosyal alanda asgari bir düzey yakalanmıştır. Belediyecilik anlamında gerek kendiliğinden gerek devrimcilerin gerçekleştirdiği pratikler belediyeciliğin dünkü konumunda daha ileri bir pozisyon almasıyla sonuçlanmıştır. Belediyecilik anlamında geldiğimiz yer aynı zamanda dünyada gelişen anlayışların ve mücadelelerinde belli yansımalarını içerisinde barındırmaktadır.
Emperyalistlerin Türkiye’ye biçtikleri misyon onun iç politikasına da yansımış, reformlar burjuva-feodal üretim ilişkilerini sürdüren ülkelerde ayrı, kapitalist üretim ilişkilerinin olduğu işçi sınıfının alt yapıda ve üst yapıda kazanım elde ettiği yerlerde ayrı yerel çalışmalar meydana getirilmektedir. Belediyelerin bütçesinin dış borçlarla oluşturulması bu konuya somut örnek olarak gösterilebilir.
Halkın merkezi ve yahut yerel kazanımları birbirlerini geliştiren ancak her dönem saldırılarla gasp edilmeye, sömürünün derinleştirildiği bir hale dönüştürülmeye çalışılmaktadır. Bugün yerellere ayrılan bütçenin mevcut iktidarın temsilcilerinin bireysel harcamalarına denk düşmesi, bu ödeneklerle yerellere hizmet götürdüğünü iddia etmesi, krizlerin faturasının kimlere kesildiğini göstermekte bu hak gaspları konusunda devletin düzeyini göstermektedir.
Bu yazı Yeni Demokrat Gençlik olarak gerçekleştirdiğimiz eğitim çalışmasının ilk dosya konusudur.Yeni Demokrat Gençlik dergisinin 13. sayısında yayımlanmıştır.